6. ÇANAKKALE TROAS ARKEOLOJİ BULUŞMASI SONA ERDİ
Bu yıl 6. düzenlenen Çanakkale Troas Arkeoloji Buluşması 25- 29 Ağustostarihlerinde yine Yalı Han’da gerçekleştirildi. Kazı başkanlarınınarkeolojik alanlardaki son çalışmalarını anlattıkları birbirinden değerlisunumlarını çok sayıda Çanakkaleli izleme olanağı buldu.Birinci günün konuşmacısı Prof Dr. Çoşkun Özgünel’di sunumuna buyılın temasına uygun olarak Antik Çağlarda Kent ve Ekonomi’den bahsederekbaşladı. Devamında Apollon Simintheion kutsal alanında 2008 yılındagerçekleştirdikleri çalışmaları sundu. İkinci günün konuşmacısı ProfDr. Ernst Pernicka idi. Almanca yaptığı sunumu Dr. Rüstem Aslan Türkçeyeçevirdi. Konuşmasında Troya çalışmaları yanı sıra Troya’nınçevresiyle ticaret ilişkilerinden bahsetti. Ardından Senaryosunu BurçakEvren’in yazdığı ve yönetmenliğini Rıza Baloğlu’nun yaptığı 60dakikalık Troya adlı belgesel izlendi. Önceki kazı başkanı Manfred Osmankorfmann’ın görüntülerini de içeren belgesel ilgiyle izlendi. Ücüncüakşamın ilk konuşmacısı Prof Dr. Elmar Schwertheim idi. Bu yılın olimpiyatyılı olması nedeniyle Aleksandria Troas’ta elegeçen bir yazıttan yolaçıkarak Olimpiyatlar ve Ekonomi konulu çok özgün sunumunu Türkçe sundu. Akşamınikinci konuşmacısı Doç Dr. Nurettin Arslan 2008 yılında gerçekleştirdikleriAssos çalışmalarının ardından Assos ekonomisi üzerine bir sunumgerçekleştirdi. Dördüncü akşamın konuşmacısı Prof. Dr. Cevat Başaran Parion kazılarının 2008 çalışmaları yanı sıra genel bir değerlendirmesiniyaptı. Ardından senaryosunu Burçak Evren’in yazdığı yönetmenliğiniMüjgan Taner’in yaptığı “Bossert’in izinde Karatepe†adlı 76dakikalık TRT yapımı bir belgesel film ilgiyle izlendi. Filmin ardından yönetmen Müjgan Taner izleyicilerle tanıştı. Buluşmanın beşinci ve sonakşamının konuşmacısı her zamanki gibi Prof Dr. Halime Hüryılmaz’dıGökçeada’daki Yenibademli Höyük Kazıları’ndan bahsetti. Daha sonra konukkonuşmacı arkeolog gazeteci Burçak Evren Arkeolojinin sorunlarını da içerenbir konuşma yaptı. Sonraki konuşmacı bu yılın onur Konuğu Prof Dr. MehmetÖzsait idi. Gerçekleştirdiği arkeolojik çalışmaları özetleyen birkonuşma yaptı. Daha sonra ÇABİSAK başkanı Saim Yavuz bu yılki buluşmaiçin genel bir değerlendirme yaptı. Buluşmanın kapanış konuşmasını iseÇanakkale Belediyesi başkan yardımcısı İsmet Güneşhan yaptı. Son gece her yıl olduğu gibi ÇABİSAK’lı hanımların ellerinden çıkanbirbirinden lezzetli yemeklerin yenmesi ile ve seneye buluşma sözleri verilereksona erdi. Bu yılki Arkeoloji Buluşması hem kazı başkanlarımızın özenlehazırlayıp sundukları birbirinden değerli sunumları ile hem katılımınyoğunluğu ile Çanakkale’de ilgi odağı oldu. Dr. Veysel TOLUN vtolun@yahoo.com
1 Eylül 2008 Pazartesi
16 Temmuz 2008 Çarşamba
PARİON GÜN IŞIĞINA ÇIKIYOR
PARİON GÜN IŞIĞINA ÇIKIYOR
Yeşilin ve mavinin buluştuğu Biga yarımadasında antik Troas Bölgesi’nin kuzeydoğusunda yer alan Parion, Çanakkale ili sınırlarında Biga ilçesine bağlı Kemer Köyü’nün kuzey doğusundaki engebeli arazinin üzerine kurulmuş bir antik yerleşim yeridir. Biga-Lapseki karayolunun 15.km. ’sinden kuzeye doğru ayrılan 14 km. ’lik yoldan sonra bizi Marmara denizinin soğuk suları ve Parion kenti karşılar.
Yeşilin ve mavinin buluştuğu Biga yarımadasında antik Troas Bölgesi’nin kuzeydoğusunda yer alan Parion, Çanakkale ili sınırlarında Biga ilçesine bağlı Kemer Köyü’nün kuzey doğusundaki engebeli arazinin üzerine kurulmuş bir antik yerleşim yeridir. Biga-Lapseki karayolunun 15.km. ’sinden kuzeye doğru ayrılan 14 km. ’lik yoldan sonra bizi Marmara denizinin soğuk suları ve Parion kenti karşılar.
Kentin adı konusunda çeşitli görüşler ileri sürülmüştür. Bunlardan birincisi, Erythraili göçmen İason ve Demetria’nın oğlu Parion’ dan diğeri ise; Troya kralı Priamos’un oğlu Paris’in burada eğitilmesinden dolayı Paris’in şehri anlamına gelen Parion şeklinde kullanıldığı yönündedir.
Doğal bir liman olması antik çağlardan günümüze kadar kentin önemini artırır. Parion’ nun diğer bir önemi ise İon kolonizasyonlarıyla ilişkisi ve Miletoslu’lar Karadeniz (Pontos Eukseinos) için anahtar niteliği taşıyan Çanakkale Boğazı (Hellespontos), Marmara (Propontis) ve İstanbul Boğazı (Bosphorus)’nın her iki yakasında çok sayıda ki antik kentten biri olmasıdır. Kentin coğrafi konumu nedeniyle kentte ticaret önemli bir yer tutar. Henüz turizme açılmasa da simdilerde kazı ekibinden bir rehber gezmeniz için size yardımcı olmaktadır.
Kentin büyük bir bölümü Bizans surlarının yapımı sırasında tahrip edilmiş. Ancak ortaya çıkanlar bile hayal gücümüzü zorluyor. İlginç mimari yapısı, ince süslemeleri ile bundan binlerce yıl önceki Roma Dönemi’nin ihtişamlı yaşamları hakkında bilgi edinebiliyorsunuz.
Parion’ dan ilk defa tarihçi Herodot ve daha sonra da coğrafyacı Strabon eserlerinde bahsetmektedir. Bu antik bölgede çıkan sikkelere göre Kemer köyünün Parion olarak adlandırılması 1801’de Hunt tarafından keşfedilmesiyle başlamıştır. Parion da İlhan Akşit, 1970’ lerde Çanakkale Müzesi adına yüzey araştırması yapmış. Bu araştırmaların sonucunda Parion’ da daha profesyonel çalışmaların yapılması gerektiğini ortaya çıkarmıştır. 1997 yılında Atatürk Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümü Başkanı Prof. Dr. Cevat BAŞARAN başkanlığında yüzey araştırması yapılmış.1999 yılında da yüzey araştırmalarına devam edilmiş ve çalışmalar daha çok çevre yerleşimlerin tespitine yönelik olmuş. Sonuçta antik kentin zenginliği bir kez daha kanıtlanmış. 2002 yılında Parion ‘da gözlemlenen en önemli şey kalıntıların gittikçe kaybolduğu gerçeği olmuş. Bu durumdan dolayı Parion’da arkeolojik kazılara başlanması ve antik kente sahip çıkılması gerekliliği ortaya çıkmış. 2005 yılında kazı çalışmaları başlamış ortaya çıkan en önemli eserler; çevresi yaklaşık 7 km.yi bulan Pario’nun sur duvarlarından bazıları kentin kuzeyindedir. Bu kısımda üç kule kısmen korunabilmiş surların kuzey doğusunda deniz seviyesinin hemen altında kuzey limanın kalıntıları bulunmuş. İki yönden denizi gören tepe üzerine kurulu akropol da birçok mimari kalıntıyı içinde barındırır. Akropolün güney yamacı üzerine de inşa edilmiş tiyatro ise sahne binasıyla ve tiyatro içinde bulunan M. S. 1390-1400 yıllarına tarihli gümüş bir Bizans sikkesi tiyatronun uğradığı tahribatın tarihi hakkında da bilgi vermekte kentin ve diğer yapılarında işe yarayan bütün parçaları sur yapımında kullanılmış. Tiyatronun bölümlerine ait mimari kalıntılarda görülmüş. Bu kalıntılarda bitkisel bezemelerle süslü başlık, Grekçe bir adak yazıtı bulunan mermer blok yer alır.
Nekropol(mezarlık) alanındaki çalışmalar ; Roma döneminde yoğun kullanım gören nekropolde Hellenistik döneme de ait mezarlar bulunuyor. Mezar çeşitliliği açısından oldukça zengin toplu mezarlar, pithos(küp) mezarlar, taş sandık mezarlar ve urne mezarlar ayrıca inhumasyon(toprağa gömü) ve kremasyon(yakma) da görülmektedir. Yakma işlemi bazen nekropolün özel bir alanında gerçekleştirilmiş, bazen de ceset mezara yatırılarak yapılmaktaydı. Nekropol’de anıt mezar da buluyor ve ihtişamlı bir yolda bu anıt mezar için kullanılmış olabilir. Mezarların bazılarında pişmiş topraktan eserler, unguntariumlar, kandiller, cam kaplar, boncuklar ve yüzükler mezar hediyesi olarak konulmuş.
Ortaya çıkan en önemli diğer bir eser ise Roma Villası merkezi bir avluya sahip iki katlı olduğu düşünülüyor, yapı iyi bir işçilikle yapılmış ve kullanılan malzemelerin kaliteli olduğu anlaşılıyor. Duvarlar ve zemin mermer kaplı, renkli sıvalar ile boyandığı anlaşılmakta. Ayrıca ele geçen korinth sütun başlığından dolayı M. S. 2.yy inşa edildiği düşünülmektedir. Henüz tamamı açılmamış olsa da geniş bir alana yayıldığı, devasa boyutta ve muhteşem bir görünümü olduğu düşüncesi insanı büyülüyor. Parion’nun tarihi ise bu kadarla sınırlı değil; Cevat hoca ve ekibi tüm güçleriyle bu gizleri ortaya çıkarmak için çalışıyorlar. İyisi mi yolunuz Biga ‘ya düşerse, Parion’u ziyaret edin ve buranın eşsiz tarihini canlı ve bir o kadar da heyecan dolu kazı ekibinden öğrenin.
Didem Gürdoğan
Arkeolog
6 Ekim 2007 Cumartesi
BİR DÜŞÜNSEL ZENGİNLİK KAYNAĞI OLARAK ARKEOLOJİ
BİR DÜŞÜNSEL ZENGİNLİK KAYNAĞI OLARAK ARKEOLOJİ:
Bazı Saptamalar ve Açılımlar
Bu toplantının kapanış konuşmasını yapmak benim için büyük bir mutluluk; bu sıradan söylenmiş bir söz değildir. Çünkü, arkeolojinin bilimsel yönü kadar, ortaya çıkartılan bilginin toplumla paylaşılması, topluma kazandırılması da aynı derecede önemlidir. Ülkemizde arkeoloji alanında her yıl birçok çalışma yapılmakta, bunların sonuçları geniş ölçüde bilim dünyası ile paylaşılmaktadır; bu her yıl birçok kentin, köyün, bölgenin geçmişine ışık tutan yeni bilgilerin ortaya çıktığı anlamına gelir. Bu bilgi, o bölgeye yabancı, uzaklardan gelen arkeologlar tarafından çıkartılmakta, buldukları da onları heyecanlandırmaktadır; ancak kazıların yapıldığı bölgelerdeki insanların ya bunlardan haberi bile olmamakta, ya da haberleri olsa bile ilgilerini çekmemektedir.
Geçmiş ile olan ilgimiz yalnızca tarih kitaplarında okuduklarımız, ya da gittiğimiz müzelerde gördüklerimiz ile sınırlı tutulursa, bu çok donuk, anlamsız ve dolayısı ile de sıkıcı bir durum haline gelir. Oysaki bir bölgenin geçmişi, o bölgenin ayrılmaz bir parçası, bütünleyicisidir; bunu “kültürel ortam” olarak tanımlamaktayız. Doğru bir açıdan bakıldığında geçmiş, en az bugün kadar renkli ve ilgi çekicidir. Bilim insanlarının ürettiği bilginin, çarpıltılmadan toplumun anlayacağı, özümseyebileceği farklı bir dile dönüşümü oldukça güç, zor bir anlatıdır; ancak bu başarıldığında yaşadığımız yer başka anlam kazanır, kimliğimizi zenginleştiren, başka yerlerde yaşayanlardan farkılı hissetmemizi sağlayan bir değere dönüşür. Bilimin ürettiği bilginin topluma aktarımı için sivil toplum örgütlerinin desteğine gerek vardır; ben çalıştığım birçok yerde, bazen kişisel, bazen de sivil toplum örgütleri kanalı ile topluma ulaşmak için çok uğraştığım hâlde, hiçbir yerde bunu tam olarak başaramadım. Bu bağlamda, sanırım ülkemizdeki en başarılı örnek, sizlerin burada Çanakkale’de, Yalı Hanı’nda gerçekleştirdiğinizdir; bu işin yapılabilir olduğunu Çanakkale’de gördüm, bu konuda konuştuğum her yerde de bu örneği verdim.
Yalı Hanı’na ilk geldiğim zaman, ne zaman geldiğimi hatırlamıyorum ama ilk geldiğimde, yeni birçok arkadaşla tanıştım; bunların arasında Fransa’da felsefe eğitimini bitirmiş Hasan Turhanlı, İsmail Erten gibi mimar ve daha birçok sanatçı arkadaş vardı. İlk aklıma gelen “Bunların hevesi çok yakında geçer, ya bir zaman sonra birbirlerini yerler, ya da mutlaka bu işten vazgeçmek için bir mazeret bulurlar” olmuştu. Daha sonraki gelişimde buradaki havadan çok etkilendim. Burası canlanmıştı. Daha sonra bir kere daha geldim. Burada gerçekten bir sivil toplum örgütünün ne olması gerekli olduğunun en güzel örneğini gördüm ve beni en çok duygulandıran da, bu toplantılar kadar, bu işe gönül veren arkadaşların birbirlerini yemeden, birbirlerini kıskanmadan, bunu bir kavga hâline getirmeden bu işi sürdürebilmeleri ve toplumla paylaşmaları oldu.
Buraya başka bir gelişimde, Bölge Koruma Kurulu üyesi olarak Yalı Hanı’ndaki arkadaşların isteği üzerine Çanakkale Belediye Meclisi’nin kent plan revizyonu ile ilgili toplantısına gözlemci olarak katılmıştık. İstenen kat indirimiydi, “Herhâlde toplantı sonunda bizi döverler” diye girdik toplantıya. Toplantıda meclisteki tüm üyelerin kat indirim kararını olumlu karşılaması inanılmaz bir olaydı. Yalnızca bu örnek bile, yaptığı işe inanan bir sivil toplum örgütünün çok güç olan bir konuyu halka anlatabilme becerisini gösterdiğini kanıtlamıştı. Bu başarı beni gerçekten çok etkilemişti ve daha sonraları ilişki kurduğum diğer bütün örgütlere bu örneği anlatmaya çalıştım.
Her ne kadar benden burada beklenen Troas Bölgesi’nde son bir yıl içinde yapılmış olan çalışmaların sonuçlarını toparlayan bir konuşma beklenmekte ise de, yukarıda söylediklerime değinmemezlik edemezdim. Burada bölgede yapılan çok sayıda araştırmayı tek tek sıralamaya, bunların ayrıntıları üzerinde durmaya gerek yoktur; değerli meslektaşlarım bunları çeşitli boyutlarıyla zaten anlattılar. Ben burada iki farklı konuya kısaca değinmek istiyorum: Bunların biri farklı bir açıdan Troas Bölgesi’nin önemine bakmak, diğeri ise arkeoloji bilimiyle toplum arasında bir ara yüz nasıl oluşturulabilir sorusunu irdelemektir.
KÜLTÜR TARİHİ AÇISINDAN TROAS BÖLGESİNE GENEL BİR BAKIŞ
Burada son beş gün içinde olduğu gibi, bundan önceki yıllarda yapılan toplantılarda da, birçok meslektaşım bu bölgede ortaya çıkardıkları bilgiyi ayrıntılı olarak anlatmışlardır. Ben hâlen Troas’da çalışmadığım için bu konular üzerinde durmayacağım. Her ne kadar çeyrek yüzyıl kadar öncelerinde bu bölgede, özellikle Çan, Biga, Yenice, Bayramiç, Gelibolu ve Eceabat’ta yüzey taraması yapmışsam da, hâlen çalışmalarımı Trakya’nın en uç noktasında, Kırklareli’nde sürdürmekteyim. Bu da bir anlamda uzaktan, ayrıntıların içine girmeden, bölgeye farklı bir açıdan bakmama olanak sağlamaktadır.
İlk olarak Çanakkale bölgesinin ya da Troas’ın ya da Çanakkale Boğazı’nın, ismini her ne koyarsanız koyun, önemi üzerinde durmak istiyorum. Burası genel kültür tarihi açısından baktığımızda farklı kültür coğrafyalarının bir temas noktasıdır. Bu bölgenin batısında, Anadolu’dan farklı parametreleri olan, deniz kıyısındaki yerleşmeleri, adalarıyla farklı bir kültür coğrafyası olan Ege dünyası vardır. Bu en eski dönemlerden itibaren farklı bir coğrafyadır. Doğuda ise, yaylaları, dağlık ortamıyla çok farklı bir coğrafya, Anadolu kültür bölgesi vardır. Kuzeyde ise Trakya, Balkanlar ve buradan da steplere kadar giden daha farklı bir coğrafya, Doğu Avrupa’nın kültür coğrafyası bulunmaktadır. Bu üç farklı kültür coğrafyasının temas noktası olmak, kültür tarihi açısından farklı bir önemi beraberinde getirir.
Sanıyorum ki bulunduğumuz bölgenin esas ilginç ve heyecan verici yanı, burayı başka bölgelerden farklı yapan yönü de budur. Bunu yalnızca farklı geleneklerin, kültürlerin teması noktası olarak almak doğru değildir. Başka bir açıdan baktığımız zaman burası üç bölgenin de sınırı, yani taşrasıdır; Anadolu’nun ucu, Ege’nin ucu, Trakya’nın ve Balkanlar’ın ucudur. Ama bir bölgenin ucu olmak demek, başka bir kültürünün aktarıldığı bölgenin de başlangıcı ve çekirdeği olmak anlamına gelir. Yani Anadolu’da yahut Yakındoğu’da gelişen, orada odaklanan kültürler için burası uç noktası, Avrupa ve Ege dünyası için ise başlangıç yeridir. Bunun en iyi örneğini Sayın Halime Hüryılmaz’ın bugün anlattığı Yeni Bademli Höyüğü’nde görmekteyiz.
Mezopotamya’da büyük kentlerin, kentleşmelerin, Ur, Uruk kültürünün oluştuğu bölgeye göre burası bir taşradır. Benim çalıştığım Trakya, Kırklareli, daha da taşradır. Ancak Yakındoğu’nun, Anadolu’nun taşrası olarak buraya yansıyan kültürel oluşum, buradan daha Batı’ya aktarılacak olan yeni oluşum için çekirdek bölge konumuna gelmektedir. Bu açıdan, üç kültür bölgesinin temas noktasında çekirdek ve uç bölge olarak bakıldığında, Çanakkale bölgesinin uygarlık tarihi açısından taşıdığı önem, sanıyorum ki daha ilginç bir hâle gelir. Çanakkale bölgesi gibi, farklı kültür coğrafyalarının temas noktasında olan yerler için yapılan yorumlarda sıkça rastlanılan bir yanılgı vardır; bu, ilişkileri tek yönlü olarak yorumlamaktır. İki bölge arasındaki ilişki hiçbir zaman tek yönlü olmamıştır. Bu tür bölgelerde kültürlerin birbirine kaynaştığı çok yönlü ve karmaşık ilişkiler söz konusudur. Uygarlık tarihine baktığımızda tek doğrulu çözümlerin değil, çok yönlü hareketlerin olduğunu, kültürlerin birbirleriyle kaynaşarak renkli bir sentez oluşturduğunu görürüz. Troas’ta yapılan çalışmalar, bu çok renkliliği yansıtmış ve bundan sonra da yansıtmaya devam edeceklerdir. Bu açıdan Çanakkaleliler kendi bölgelerini farklı uygarlıkların birleşimi, onların sentezi, birbirine temas noktası olarak görürlerse, sahip oldukları kültürel değerlerin evrensel boyutunu çok daha iyi anlayacaklardır.
ÇANAKKALE BÖLGESİNİN ARKEOLOJİ TARİHİ AÇISINDAN ÖNEMİ
Troas Bölgesi’nin arkeolojisi, bunun önemi burada herkesin bildiği bir konudur. Ancak göz ardı edilen Çanakkale bölgesindeki arkeolojinin, arkeoloji tarihi açısından taşıdığı önemdir. Arkeoloji tarihi açısından Çanakkale’nin son derece büyük bir önemi vardır. Her şeyden önce burası, araştırmaların en yoğun olarak sürdürüldüğü yerlerden biridir. Bu bölgeden gelen bilgi akışı, Türkiye’nin birçok yerinden daha fazladır, ve bundan dolayı Çanakkalelilerin sevinmesi, mutluluk duyması gerekir. Türkiye’nin birçok bölgesinin kültür tarihiyle ilgi bilgilerimiz yok denecek kadar azdır; maalesef bürokratik nedenlerden dolayı, arkeolojik açıdan ülkemiz dünyada en az araştırılan yerlerden biri durumundadır. Ama Çanakkale bunun istisnalarından biridir; burada uzun süreli, uzun soluklu arkeoloji ve araştırma geleneği vardır. Bu toplantılarda da yansıtıldığı gibi bu bölgedeki araştırmaların sayısı birçok bölgeden daha fazladır. Yani yoğun bilgi akışının olduğu bir yerdir. Ama bu bilgi akışının hazmedilmesi, sindirilmesi, sinmesi için de bir zamana gerek vardır.
Bilimsel çalışmalarla ortaya çıkan sonuçların yanı sıra, arkeoloji tarihinin kendi içinden gelen ve artık sembol hâline gelmiş bazı simgeleri vardır. Bunlar düşünce sistemimize kazınmış, bilim dünyasını ister istemez yönlendiren, boyut kazandıran ve yeni açılımlara yönlendiren simgelerdir. Kuşkusuz bunların başında Calvert’le başlayan, Schliemann’la özdeşleşen “Troia” gelir. Bunlar aynı zamanda bütün dünyanın da belleğinde yer etmiş isimlerdir. Bu imajın efsaneleşmiş isimlerinin getirdiği, farklı bir dinamiği vardır. Buradaki arkeoloji ve kültürel bilgi, daha sonra Çanakkale savaşları ve diğer olaylarla da bütünleşmiştir.
Troas Bölgesi’nin arkeoloji tarihiyle olan ilgisi yalnızca Troia simgesel değeriyle sınırlı değildir; Troia her zaman arkeolojide en yeni araştırma yöntemlerinin uygulandığı bir kazı yeri olarak da bilim tarihinde önemli bir yer kazanmıştır. Troia’da kazı yapmış olan Schliemann, Dörpfeld, Blegen, Manfred Osman Korfmann, kendi dönemlerinin en yeni, en gelişkin yöntemlerini bu bölgeye taşımışlardır. Arkeolojinin de kendi içinde gelişim süreci vardır; araştırma yöntemlerimiz sürekli olarak yenilenmekte, bakış açılarımız değişmekte, sonuç almak için kullandığımız araçlar gelişmektedir. İster beğenelim, ister beğenmeyelim Schliemann sayesinde burada arkeolojinin tarihinde devrim niteliğinde bir gelişme sağlanmıştır; Schliemann’ın kazılarına kadar, höyüklerin oluşumu tam olarak anlaşılamamaktaydı. Bunların tek bir yerleşimin yıkılmasıyla oluşan tepeler olduğu sanılıyordu. Schliemann, bugün hata olarak gördüğümüz büyük yarmasını bu öngörüyle yapmış, ancak bu hatanın sonunda buranın tek bir tabakadan değil, üst üste gelen kültür katlarından oluştuğu anlaşılmıştır. Schliemann’ın kazıları kendi dönemi açısından son derece başarılı, döneminin en gelişkin teknolojisiyle yapılmış kazılardır. Yayınları bugün bile hâlâ hayranlıkla baktığımız ciltlerden oluşmaktadır. Schliemann’ı izleyen Dörpfeld, mimar kökenli bir araştırıcıdır; yapmış olduğu çizimler, Troia kalıntılarının planları, bugün en hassas aletlerle yaptığımız planlar kadar doğru ve onun da ötesinde çizim tekniği açısından sanatsal olarak kabul edebileceğimiz değerlerdedir. Dörpfeld tabakaları çok büyük bir doğrulukla görmüş, belgelemiş ve o yıllara kadar yerbilimlerinin alanı sayılan stratigrafi - katman bilimini arkeolojiye taşımıştır. O dönem kazılarında ortaya çıkan buluntuları sınıflandırarak tanımlayan Schmidt’in kataloğu günümüzde, değerini yitirmeden başvuru kaynağı olarak kullanılan bir kitaptır. Troia’nın daha sonraki hafiri olan Blegen 1950’lerde, o dönemin en modern arkeoloji tekniğini kullanmıştır. Bugün hâlâ Blegen’i referans kaynağı olarak kullanabiliyoruz. Blegen’den sonra Troia kazılarını üstlenen Manfred Osman Korfmann’nın çalışmaları, günümüzün çağdaş arkeoloji anlayışını buraya taşımış, farklı bir açılım kazandırmıştır. Korfmann, günümüzün modern teknolojisiyle gelişen doğa ve fen bilim alanlarını kültür tarihine kazandırmanın ötesinde, bir ören yerine yalnızca bilimsel veri olarak bakmanın yanlış olduğunu da göstermiş, getirdiği ekip anlayışı ve geniş bakış açısıyla çağdaş arkeolojiyi Troas’a taşımıştır. Korfmann’nın açılımında artık yeni bir boyut, kültürel miras yönetimi, bölge planlamasıyla bütünleşmek, çok disiplinli bir çalışma kavramı gibi yeni tanımlar vardır. Bunlar çok güçtür ancak Korfmann bunları her şeye rağmen başarmıştır. Bu nedenle Çanakkale bölgesinin her zaman, arkeolojide çağdaşlaşmanın öncüsü olduğunu söyleyebiliriz. Umarım ki Çanakkale’de yapılacak bundan sonraki çalışmalarda da aynı ruh, aynı anlayış devam ettirilir.
YENİ BİR ARAYIŞ: TOPLUMLA ARKEOLOJİ BİLİMİ ARASINDA BİR ARA YÜZ
Kültür varlıklarıyla ilgili olarak son yıllarda devrim sayılabilecek yeni açılımlar, gelişmeler olmuştur. Yakın zamanlara kadar akademisyenler, ve gayet tabii arkeologlar bilgiyi bilim dünyası için üretirler, kendi aralarında tartışırlardı; ancak bilginin çok süzülmüşü ders kitaplarına ya da popüler yayınlara yansırdı. Ben de bir bilim insanı olarak bilim üretirim, ürettiğim bilginin büyük bir kısmı, yalnızca çok sınırlı sayıdaki bilim insanının anlayacağı, ilgisini çekeceği içeriğe sahiptir. Ancak yeni anlayış, ki bu toplantıda bunun önemli göstergelerinden biridir, ürettiğimiz bilginin toplumla paylaşımıdır. Artık biz akademisyenlerin görev tanımı içinde bu üretilen bilginin topluma kazandırılması, toplumun sosyal mutluluk, ekonomik mutluluk, kültürel mutluluk alabileceği bir şekle dönüştürülmesi de vardır. Bu dönüşüm sanıldığından daha güçtür; ben bir akademisyen olarak, ne kadar çaba gösterirsem göstereyim, bilim alanının kendine özel terimlerinden, sözcüklerinden kendimi kurtaramam. Aynı zamanda bizlerin ürettiği bilginin toplumun çeşitli düzeylerindeki kesimler için anlaşılabilir, ilgiyi çekebilir bir şekle dönüştürülmesi de gerekmektedir; ancak bu dönüşüm sırasında, ilgiyi çekmek uğruna bilginin niteliğinin bozulmaması, çarpıtılmaması gerekir. Hangi düzeyde olursa olsun, isterse bir mühendis isterse bir çiftçi vatandaş olsun, kültür varlıklarıyla ilgili bir anlatımla karşılaştıklarında “Bu ne anlama geliyor?” sorusunun yanıtını alabilmeleri gerekir.
Bilim insanlarının ürettiği bilginin topluma kazandırılması için son yıllarda birçok yeni çözüm yolları bulunmuştur. Bu çözüm yollarının içinde belki de en önemlisi “kültürel tercüman” olarak tanımlanan yeni bir ara meslek grubunun ortaya çıkması olmuştur. Kültürel tercümanlık, bilim insanının ürettiği bilgiyi deforme etmeden, fakat her kesimdeki insanın anlayabileceği bir dile çeviren, ondan mutluluk duymasını, ondan kendini zenginleştirmesini sağlayan bir ara yüzdür. Ülkemizde hâlen bu ara kesim yoktur; ben ya da diğer meslektaşlarım kendimizi zorlayarak, kullandığımız terminolojiden kaçarak ne yaptığımızı topluma anlatmaya çalışmaktayız. Ama bu bizim becerimizle olacak bir iş değildir. Eminim ki buradaki konuşmaları dinleyen birçok arkadaş, “Niye bunlar kazılıyor?”, ”Bunlar niye önemliydi?” gibi soruların yanıtı olarak “herhâlde önemlidirler ki kazıyorlar”dan daha farklı bir yanıt beklentisi içindedirler.
Bu nedenle, sanıyorum ki sivil toplum örgütlerinin üzerinde ısrarla durması gerekli olan konulardan bir tanesi “kültürel tercümanlığın” Türkiye’de geliştirilmesi ve böylelikle bilim insanlarının ürettiği bilgiyi başka düzeylere aktarılabilecek ara yüzün oluşturulmasına yardımcı olmalarıdır. Bu gerçekleştirildiğinde kültür varlıkları, bir ilkokul çocuğundan çiftçiye, bir aydından öğretmene kadar her düzeyin tat alarak ondan mutluluk duyabileceği yeni bir formata dönüşecektir.
Bizim ürettiğimiz bilginin ikinci bir ayağı da sanıyorum ki bilginin çıktığı yerdeki insanların bundan övünç duymasıdır. Türkiye’nin birçok yerinde çalıştığımızda, ki ben Türkiye’nin aşağı yukarı 56 vilayetinde çalıştığımı söyleyebilirim, “Hoca ne yapıyorsun?”, “Buldun mu?” şeklinde sorulara, “Hayır bulamadım, arıyorum” yanıtı oluyor. Ben bilgi arıyorum. Ben İstanbul’dan gelip o bilgiyi arıyorum. M. O. Korfmann’da Almanya’dan gelip bilgi aradı. Başka arkadaşlar başka yerlerden gelip arıyorlar. Ama ben o bilgiyle, bu kentteki insanların ya da bu bölgedeki insanların ondan zevk duymasını, ondan övünç duymasını ve onunla kendini başka yerlerden farklı hissetmesinin gerekli olduğu kanısındayım. Bir kentin ya da bölgenin geçmişiyle ilgili bilginin, o yerde, o geçmişle birlikte yaşayan insanların kimliğini zenginleştirmesi, kendilerini farklı hissedebilmeleri ve bunun da ötesinde bununla övünebilmeleri beklenmelidir.
Türkiye’de çok yaygın bir slogan vardır: “Tarihi eserler turistler içindir, turistler bundan hoşlanır”. Bence bu temel bir yanılgıdır. Bir bölgenin geçmişi, turistler için değil, her şeyden önce o kentte yaşayan insanlar için önemli olmalıdır. O kentte yaşayanlar geçmişin izlerinden, anılarından, kalıntılarından mutluluk duyabilir ve bunlarla kendilerini zenginleşmiş hissedebilirlerse, ancak o zaman sürdürebilir bir kültür varlıkları politikası oluşturulabilir. Eğer Çanakkale’de yaşayan insanlar, Troia’nın, bu bölgede yapılan diğer arkeolojik kazıların sonuçlarıyla, kendilerini başka bir yerde yaşayan insanlardan farklı hissedebiliyorsa ve bu bilgi onlara, onların düşünce sistemlerine yeni bir kimlik, sosyal bir mutluluk kazandırabiliyorsa çalışmalar amacına ulaşmıştır.
Önemli bir soru da “Niye arkeoloji yapıyoruz?” olmalıdır. Her ne kadar biz akademisyenler geçmişe ait birçok ayrıntı üzerinde duruyor, bunları kendi aramızda tartışıyorsak da, bizim esas amacımız geçmişten günümüze nasıl gelindiğini anlayabilmek ve bundan geleceğe yönelik öngörülerin yapılmasına katkıda bulunmaktır. Bu bakımdan arkeolojinin temel amacı insanların düşünce sistemine zaman boyutunun kazandırılmasıdır. Geçmişten günümüze gelen bir derinliğin olduğunu, geleceğimizi ancak geçmişi anladığımız takdirde oluşturabileceğimizi unutmamalıyız. Arkeoloji bu şekildeki bir bakış açısının somut kanıtlarını ortaya çıkartan, tartışan ve dolayısıyla dünyaya bakışımıza yeni bir ölçek, yeni bir boyut kazandıran bir alandır. Yaratılan ve yaratıldıktan sonra değişmeyen, durağan bir dünyanın, sürekli olarak değişen, evrim geçiren bir kurgusu olduğunu kanıtlayan bilim alanlarından biri arkeolojidir. Konusu dünya olan diğer bilim dallarıyla birlikte arkeoloji, çağdaş düşüncenin temeli olan “evrim” kuramının ortaya çıkmasını sağlamış, bunun kanıtlarını topluma kazandırmıştır. Arkeolojiye bu açıdan baktığımızda bu düşünce sistemimize yeni bir boyut kazandıran, yeni bir çizgi getiren bir alandır; böylesine bir bakış açısı “Koruyalım mı korumayalım mı?”, “Üzerine bir daha yapalım mı yapmayalım mı?” sorularını çok farklı boyutlarda ele almamızı sağlayacaktır. Eğer böyle bir bakış açısı gerçekleşirse, herhangi bir bölgedeki kültür varlıkları için, arkeologlar ya da erk sahibi kurumlar “Bunlar bizim ilgimizi çekmiyor, yok edilebilir” hükmünü verse bile, o bölgede yaşayan insanlar “Hayır, bunlar benim geçmişimdir, benim mirasımdır, benim zenginliğimdir” duygusuyla sahiplenerek, onları korumak için bizden daha fazla uğraşı vereceklerdir.
Kültür varlıklarının “sosyal ve düşünsel” değerinin yanında hiç kuşkusuz bir de “ekonomik” değeri olması gerekir. Hepimizin bildiği gibi bu ekonomik değerin temeli, dışarıdan gelen insanların, turistlerin bunları görmek ve görürken o bölgeyi kullanmasıyla ortaya çıkan getirilerdir. Ancak bu kırılgan bir değerdir. Dışarıdan gelenler her an gelmeyebilirler; böylesi bir durumun kültürel değerlerin sonu olmaması gerekir. Bu nedenle kültür varlıklarını gezen, ilgilenen kesimin her şeyden önce o bölgenin kendi insanları olması ve ekonomik girdinin bu modele uygun farklı bir formata çekilmesi gerekir.
ATATÜRK CUMHURİYETİNİN GETİRDİĞİ KAZANIMLAR
Benden önceki konuşmacı olan Nezih Başgelen, Çanakkale’nin çok eski tarihlerde yapılmış gravürlerini ve bölgedeki tarihi kalıntıların elle yapılmış resimlerini, eski haritaları gösterdi. Daha 1600, 1700’lerde Batılılar bu bölgeye gelmişler, dünyanın başka yerlerinden gelip bu bölgenin haritalarını çizmiş ve kalıntıları belgelemişlerdir. Bir yerin haritasının çizilmesi ve özellikle kendine ait olmayan bir bölgenin haritasının yapılması düşünsel boyutta oranın sahiplenilmesi anlamına gelir. Ören yerlerini belgelemişlerdir; bu da geçmişin sahiplenilmesi anlamını taşır. Biz yakın zamanlara kadar bunlarla hiç ilgilenmemişiz. Nezih Başgelen’in konuşmasını dinlerken, bu konuyla ilgili “neden” sorusu ister istemez aklıma geldi. Nezih Bey’in bugün gösterdikleri kanıtlanan geçmişin göstergeleridir.
Bizim düşünce sistemimize ise “kanıtları aranan geçmiş”, batılılaşma süreciyle birlikte girmeye başlamıştır. Diğer geleneksel toplumlarda olduğu gibi bizim düşünce sistemimizde de geçmiş, rivayetlere dayanan, belgesi olmayan, kanıt aranmayan bir geçmiştir. Bu nedenle yassı bir geçmiştir, zaman boyutu yoktur. Tümüyle inanılan, söylencelere, efsanelere dayalı bir geçmiştir. Bu geçmiş durağandır ve aynı zamanda ilgilenilen yalnızca kendimize ait olan geçmiştir; başka kültürlerin, başka coğrafyaların, başka toplumların geçmişiyle ilgilenmek hiçbir şekilde söz konusu değildir. Başka bir deyişle küresel boyutu olmayan, kanıtları aranmayan bir geçmiştir. Batı düşünce sisteminde gelişen arkeoloji, bir yanda inanılan geçmişin yerine kanıtlanması gerekli olan bir geçmişin aranmasını, öte yanda da geçmişe küresel boyutta, hangi toplum ve döneme ait olursa olsun tüm insanlığın geçmişine yönelik bir ilgiyi beraberinde getirmiştir. Geleneksel düşünce tarzına göre devrim sayılacak kadar farklı olan bu yaklaşım Osmanlı İmparatorluğu’na ilk olarak 19. yüzyılın ortalarında, çok sınırlı sayıdaki elit aydın kişinin çabasıyla, “batılılaşma paketi”nin bir parçası olarak girmiş ve cumhuriyetin kuruluşuna kadar hiçbir şekilde geniş toplum kitlelerine yansımamıştır.
Arkeoloji, ilk dönem cumhuriyet ideolojisinin temel taşlarından biri olmuştur; yukarıda değindiğimiz tanımıyla geçmişe bakılması, inanılan geçmiş yerine kanıtlanan geçmiş kavramının gelmesi ve özellikle yaratılmış durağan bir geçmişin yerini sürekli olarak değişen, evrim geçiren bir dünyanın alması ve bu anlayışın topluma kazandırılması, Atatürk cumhuriyetinin temel hedeflerinden biri olmuştur. Geçmişi anlamadan çağdaş bir insan olunamayacağı kavramı, cumhuriyetle birlikte dağarcığımıza yerleşmeye başlayan ya da daha doğrusu yerleştirilmeye çalışılan bir yaklaşım olmuştur. Bu ideolojinin yansımalarının ilk izlerini, daha cumhuriyetin kurulduğu ilk yıllarda görmekteyiz. Cumhuriyetin ilk yıllarında Türkiye fakirdir, savaştan çıkmıştır, yorgundur. Ancak buna karşın daha 1924’den itibaren arkeolojik kazılar desteklenmiş, yönlendirilmiş, yurt dışına çok sayıda öğrenci arkeoloji ve ilgili alanlarda yetiştirilmek üzere yollanmış, dışarıdan bilim insanları Türkiye’ye çağrılmıştır. Bu yapılırken, günümüzde olduğu gibi, turistik bir çekim odağı oluşturma ana motif olarak karşımıza çıkmaz; tam tersine arkeoloji çağdaşlaşmanın bir parçası, bu ülkede yaşayanlara düşünsel zenginlik kazandıracak bir öğe olarak görülmüştür. Atatürk cumhuriyeti için geçmişi sahiplenmek, geçmişi anlamak cumhuriyet erkinin temel bir parçası olmuştur. Bu süreç yalnızca bulunduğumuz toprağın geçmişinin ortaya çıkmasını değil, aynı zamanda bu çağdaş yaklaşımın geniş toplum kitlelerine yansıması, arkeolojinin seçkin aydınların uğraşısı olmaktan çıkmasını da beraberinde getirmiştir. Cumhuriyetin ilk dönemlerinde geçmişin incelenmesi ve topluma yansıması yalnızca akademik kurum ve müzelere bırakılmamış, ülkenin her yerinde açılan halkevleri, köy odaları kendi bölgelerini belgelemiş, arkeolojik çalışmaların yapılmasını sağlamış, yerel müzeler açmış ve bunun da ötesinde halkın anlayacağı yayınlar hazırlamışlardır. Bu, günümüzde bile sağlayamadığımız inanılmaz büyük bir başarıdır.
Ne varki bir süre sonra, Atatürk cumhuriyetinin sağlamış olduğu heyecanın sönmeye başladığı, düşünsel zenginliğin, çağdaş birey olmanın gereklerinin yerine getirilemediği görülmektedir. Halkevleriyle, özverili, iyi yetiştirilmiş öğretmenlerle, köy enstitüleriyle Anadolu’ya yayılmakta olan bu düşünce sisteminin bir zaman sonra köreldiğini ve giderek arkeolojinin, eskiye bakmanın, belli elitist bir yaklaşım hâline geldiğini, sadece akademik dünyayla sınırlı kaldığını ve toplumdan koptuğunu ve kopartıldığını görmekteyiz.
Çanakkale Sivil İnsiyatifi, yani sizler, bunun istisnai örneklerinden birisiniz. Bunun kıymetini çok iyi bilin. Bunun çağdaş insan olmanın, çağdaş yaşamın, sizi hâlâ Orta Çağ’ın karanlığından kurtaracak bir el olduğunu düşünün ve bu duruşunuzu değiştirmeyin. Bunu Türkiye’de başka yerlere yayabilir misiniz, yani başkaları sizi örnek alıp bunu becerebilir mi, bilmiyorum, ama hiç değilse bu erki yaşatın.
Buradaki arkeolog arkadaşlar, eminim ki size bu konuda her zaman destek olacaklardır. Burada arkeologlar sözcüğünü dar anlamıyla kullanmak istemiyorum; geçmişin araştırılması, incelenmesi artık arkeologların, sanat tarihçilerinin, tarihçilerin tekelinden çıkmış, çok disiplinli, farklı, yeni bir boyut kazanmıştır. Geçmişi anlamamızı sağlayan, bizimle birlikte, aynı amaç doğrultusunda, dünyanın gelişmesini, evrimini, kültürel dönüşümünü farklı boyutlarda ele alan çeşitli uzmanlık alanları vardır. Bunlarla birlikte çalışıldığında geçmiş, artık yalnızca eskiden kalan heykeller, tapınaklar, kap-kacak ya da madenlerden yapılma çeşitli eserler gibi nesnelerin kuruluğundan çıkmakta, “kültürel ortam” olarak tanımladığımız geçmiş, doğal çevre ortamı, peyzajı, yaşamı ve diğer canlılarıyla birlikte daha renkli ve heyecan verici bir boyut kazanmaktadır. Bütün bunlar sizin diğer insanlardan daha mutlu olmanızı ve daha farklı hissetmenizi sağlayacaktır.
Burada olmak, sizlerle bu düşünceleri paylaşmak ve yağmur altında bile herkesin bu dinlenceyi sabırla sonuna kadar izlemesi, benim için büyük bir mutluluk, ancak bunun da ötesinde ileriye umutla bakmamı sağlayan bir güvencedir. Keşke başka yerlerde de böyle olsaydı. Burada olmaktan çok mutlu oldum.
KAYNAKÇA
Özdoğan, M. 2001
Türk Arkeolojisinin Sorunları ve Koruma Politikaları. Arkeoloji ve Sanat Yayınları, İstanbul.
Özdoğan,M. 2005
"Art Arda Kaybettiğimiz İki Dost, İki Örnek İnsan, İki Bilgin: Stefanos Yerasimos ve Manfred Osman Korfmann", Arkeoloji ve Sanat 120: VI-XII.
Özdoğan, M. 2006
Arkeolojinin Politikası ve Politik Bir Araç Olarak Arkeoloji. Arkeoloji ve Sanat Yayınları, İstanbul.
Özdoğan, M. 2007
“Çağdaş Düşünme Aracı Olarak Arkeoloji”, M. Alparslan vd. (yay.) Belkıs Dinçol ve Ali Dinçol’a Armağan VITA: Festschrift in Honor of Belkıs Dinçol and Ali Dinçol: 569-575. Ege Yayınları, İstanbul.
Özdoğan, M. 2007
“Manfred Osman Korfmann”, Archäologische Mitteilungen aus Iran und Turan 37: 457-462.
Bazı Saptamalar ve Açılımlar
Bu toplantının kapanış konuşmasını yapmak benim için büyük bir mutluluk; bu sıradan söylenmiş bir söz değildir. Çünkü, arkeolojinin bilimsel yönü kadar, ortaya çıkartılan bilginin toplumla paylaşılması, topluma kazandırılması da aynı derecede önemlidir. Ülkemizde arkeoloji alanında her yıl birçok çalışma yapılmakta, bunların sonuçları geniş ölçüde bilim dünyası ile paylaşılmaktadır; bu her yıl birçok kentin, köyün, bölgenin geçmişine ışık tutan yeni bilgilerin ortaya çıktığı anlamına gelir. Bu bilgi, o bölgeye yabancı, uzaklardan gelen arkeologlar tarafından çıkartılmakta, buldukları da onları heyecanlandırmaktadır; ancak kazıların yapıldığı bölgelerdeki insanların ya bunlardan haberi bile olmamakta, ya da haberleri olsa bile ilgilerini çekmemektedir.
Geçmiş ile olan ilgimiz yalnızca tarih kitaplarında okuduklarımız, ya da gittiğimiz müzelerde gördüklerimiz ile sınırlı tutulursa, bu çok donuk, anlamsız ve dolayısı ile de sıkıcı bir durum haline gelir. Oysaki bir bölgenin geçmişi, o bölgenin ayrılmaz bir parçası, bütünleyicisidir; bunu “kültürel ortam” olarak tanımlamaktayız. Doğru bir açıdan bakıldığında geçmiş, en az bugün kadar renkli ve ilgi çekicidir. Bilim insanlarının ürettiği bilginin, çarpıltılmadan toplumun anlayacağı, özümseyebileceği farklı bir dile dönüşümü oldukça güç, zor bir anlatıdır; ancak bu başarıldığında yaşadığımız yer başka anlam kazanır, kimliğimizi zenginleştiren, başka yerlerde yaşayanlardan farkılı hissetmemizi sağlayan bir değere dönüşür. Bilimin ürettiği bilginin topluma aktarımı için sivil toplum örgütlerinin desteğine gerek vardır; ben çalıştığım birçok yerde, bazen kişisel, bazen de sivil toplum örgütleri kanalı ile topluma ulaşmak için çok uğraştığım hâlde, hiçbir yerde bunu tam olarak başaramadım. Bu bağlamda, sanırım ülkemizdeki en başarılı örnek, sizlerin burada Çanakkale’de, Yalı Hanı’nda gerçekleştirdiğinizdir; bu işin yapılabilir olduğunu Çanakkale’de gördüm, bu konuda konuştuğum her yerde de bu örneği verdim.
Yalı Hanı’na ilk geldiğim zaman, ne zaman geldiğimi hatırlamıyorum ama ilk geldiğimde, yeni birçok arkadaşla tanıştım; bunların arasında Fransa’da felsefe eğitimini bitirmiş Hasan Turhanlı, İsmail Erten gibi mimar ve daha birçok sanatçı arkadaş vardı. İlk aklıma gelen “Bunların hevesi çok yakında geçer, ya bir zaman sonra birbirlerini yerler, ya da mutlaka bu işten vazgeçmek için bir mazeret bulurlar” olmuştu. Daha sonraki gelişimde buradaki havadan çok etkilendim. Burası canlanmıştı. Daha sonra bir kere daha geldim. Burada gerçekten bir sivil toplum örgütünün ne olması gerekli olduğunun en güzel örneğini gördüm ve beni en çok duygulandıran da, bu toplantılar kadar, bu işe gönül veren arkadaşların birbirlerini yemeden, birbirlerini kıskanmadan, bunu bir kavga hâline getirmeden bu işi sürdürebilmeleri ve toplumla paylaşmaları oldu.
Buraya başka bir gelişimde, Bölge Koruma Kurulu üyesi olarak Yalı Hanı’ndaki arkadaşların isteği üzerine Çanakkale Belediye Meclisi’nin kent plan revizyonu ile ilgili toplantısına gözlemci olarak katılmıştık. İstenen kat indirimiydi, “Herhâlde toplantı sonunda bizi döverler” diye girdik toplantıya. Toplantıda meclisteki tüm üyelerin kat indirim kararını olumlu karşılaması inanılmaz bir olaydı. Yalnızca bu örnek bile, yaptığı işe inanan bir sivil toplum örgütünün çok güç olan bir konuyu halka anlatabilme becerisini gösterdiğini kanıtlamıştı. Bu başarı beni gerçekten çok etkilemişti ve daha sonraları ilişki kurduğum diğer bütün örgütlere bu örneği anlatmaya çalıştım.
Her ne kadar benden burada beklenen Troas Bölgesi’nde son bir yıl içinde yapılmış olan çalışmaların sonuçlarını toparlayan bir konuşma beklenmekte ise de, yukarıda söylediklerime değinmemezlik edemezdim. Burada bölgede yapılan çok sayıda araştırmayı tek tek sıralamaya, bunların ayrıntıları üzerinde durmaya gerek yoktur; değerli meslektaşlarım bunları çeşitli boyutlarıyla zaten anlattılar. Ben burada iki farklı konuya kısaca değinmek istiyorum: Bunların biri farklı bir açıdan Troas Bölgesi’nin önemine bakmak, diğeri ise arkeoloji bilimiyle toplum arasında bir ara yüz nasıl oluşturulabilir sorusunu irdelemektir.
KÜLTÜR TARİHİ AÇISINDAN TROAS BÖLGESİNE GENEL BİR BAKIŞ
Burada son beş gün içinde olduğu gibi, bundan önceki yıllarda yapılan toplantılarda da, birçok meslektaşım bu bölgede ortaya çıkardıkları bilgiyi ayrıntılı olarak anlatmışlardır. Ben hâlen Troas’da çalışmadığım için bu konular üzerinde durmayacağım. Her ne kadar çeyrek yüzyıl kadar öncelerinde bu bölgede, özellikle Çan, Biga, Yenice, Bayramiç, Gelibolu ve Eceabat’ta yüzey taraması yapmışsam da, hâlen çalışmalarımı Trakya’nın en uç noktasında, Kırklareli’nde sürdürmekteyim. Bu da bir anlamda uzaktan, ayrıntıların içine girmeden, bölgeye farklı bir açıdan bakmama olanak sağlamaktadır.
İlk olarak Çanakkale bölgesinin ya da Troas’ın ya da Çanakkale Boğazı’nın, ismini her ne koyarsanız koyun, önemi üzerinde durmak istiyorum. Burası genel kültür tarihi açısından baktığımızda farklı kültür coğrafyalarının bir temas noktasıdır. Bu bölgenin batısında, Anadolu’dan farklı parametreleri olan, deniz kıyısındaki yerleşmeleri, adalarıyla farklı bir kültür coğrafyası olan Ege dünyası vardır. Bu en eski dönemlerden itibaren farklı bir coğrafyadır. Doğuda ise, yaylaları, dağlık ortamıyla çok farklı bir coğrafya, Anadolu kültür bölgesi vardır. Kuzeyde ise Trakya, Balkanlar ve buradan da steplere kadar giden daha farklı bir coğrafya, Doğu Avrupa’nın kültür coğrafyası bulunmaktadır. Bu üç farklı kültür coğrafyasının temas noktası olmak, kültür tarihi açısından farklı bir önemi beraberinde getirir.
Sanıyorum ki bulunduğumuz bölgenin esas ilginç ve heyecan verici yanı, burayı başka bölgelerden farklı yapan yönü de budur. Bunu yalnızca farklı geleneklerin, kültürlerin teması noktası olarak almak doğru değildir. Başka bir açıdan baktığımız zaman burası üç bölgenin de sınırı, yani taşrasıdır; Anadolu’nun ucu, Ege’nin ucu, Trakya’nın ve Balkanlar’ın ucudur. Ama bir bölgenin ucu olmak demek, başka bir kültürünün aktarıldığı bölgenin de başlangıcı ve çekirdeği olmak anlamına gelir. Yani Anadolu’da yahut Yakındoğu’da gelişen, orada odaklanan kültürler için burası uç noktası, Avrupa ve Ege dünyası için ise başlangıç yeridir. Bunun en iyi örneğini Sayın Halime Hüryılmaz’ın bugün anlattığı Yeni Bademli Höyüğü’nde görmekteyiz.
Mezopotamya’da büyük kentlerin, kentleşmelerin, Ur, Uruk kültürünün oluştuğu bölgeye göre burası bir taşradır. Benim çalıştığım Trakya, Kırklareli, daha da taşradır. Ancak Yakındoğu’nun, Anadolu’nun taşrası olarak buraya yansıyan kültürel oluşum, buradan daha Batı’ya aktarılacak olan yeni oluşum için çekirdek bölge konumuna gelmektedir. Bu açıdan, üç kültür bölgesinin temas noktasında çekirdek ve uç bölge olarak bakıldığında, Çanakkale bölgesinin uygarlık tarihi açısından taşıdığı önem, sanıyorum ki daha ilginç bir hâle gelir. Çanakkale bölgesi gibi, farklı kültür coğrafyalarının temas noktasında olan yerler için yapılan yorumlarda sıkça rastlanılan bir yanılgı vardır; bu, ilişkileri tek yönlü olarak yorumlamaktır. İki bölge arasındaki ilişki hiçbir zaman tek yönlü olmamıştır. Bu tür bölgelerde kültürlerin birbirine kaynaştığı çok yönlü ve karmaşık ilişkiler söz konusudur. Uygarlık tarihine baktığımızda tek doğrulu çözümlerin değil, çok yönlü hareketlerin olduğunu, kültürlerin birbirleriyle kaynaşarak renkli bir sentez oluşturduğunu görürüz. Troas’ta yapılan çalışmalar, bu çok renkliliği yansıtmış ve bundan sonra da yansıtmaya devam edeceklerdir. Bu açıdan Çanakkaleliler kendi bölgelerini farklı uygarlıkların birleşimi, onların sentezi, birbirine temas noktası olarak görürlerse, sahip oldukları kültürel değerlerin evrensel boyutunu çok daha iyi anlayacaklardır.
ÇANAKKALE BÖLGESİNİN ARKEOLOJİ TARİHİ AÇISINDAN ÖNEMİ
Troas Bölgesi’nin arkeolojisi, bunun önemi burada herkesin bildiği bir konudur. Ancak göz ardı edilen Çanakkale bölgesindeki arkeolojinin, arkeoloji tarihi açısından taşıdığı önemdir. Arkeoloji tarihi açısından Çanakkale’nin son derece büyük bir önemi vardır. Her şeyden önce burası, araştırmaların en yoğun olarak sürdürüldüğü yerlerden biridir. Bu bölgeden gelen bilgi akışı, Türkiye’nin birçok yerinden daha fazladır, ve bundan dolayı Çanakkalelilerin sevinmesi, mutluluk duyması gerekir. Türkiye’nin birçok bölgesinin kültür tarihiyle ilgi bilgilerimiz yok denecek kadar azdır; maalesef bürokratik nedenlerden dolayı, arkeolojik açıdan ülkemiz dünyada en az araştırılan yerlerden biri durumundadır. Ama Çanakkale bunun istisnalarından biridir; burada uzun süreli, uzun soluklu arkeoloji ve araştırma geleneği vardır. Bu toplantılarda da yansıtıldığı gibi bu bölgedeki araştırmaların sayısı birçok bölgeden daha fazladır. Yani yoğun bilgi akışının olduğu bir yerdir. Ama bu bilgi akışının hazmedilmesi, sindirilmesi, sinmesi için de bir zamana gerek vardır.
Bilimsel çalışmalarla ortaya çıkan sonuçların yanı sıra, arkeoloji tarihinin kendi içinden gelen ve artık sembol hâline gelmiş bazı simgeleri vardır. Bunlar düşünce sistemimize kazınmış, bilim dünyasını ister istemez yönlendiren, boyut kazandıran ve yeni açılımlara yönlendiren simgelerdir. Kuşkusuz bunların başında Calvert’le başlayan, Schliemann’la özdeşleşen “Troia” gelir. Bunlar aynı zamanda bütün dünyanın da belleğinde yer etmiş isimlerdir. Bu imajın efsaneleşmiş isimlerinin getirdiği, farklı bir dinamiği vardır. Buradaki arkeoloji ve kültürel bilgi, daha sonra Çanakkale savaşları ve diğer olaylarla da bütünleşmiştir.
Troas Bölgesi’nin arkeoloji tarihiyle olan ilgisi yalnızca Troia simgesel değeriyle sınırlı değildir; Troia her zaman arkeolojide en yeni araştırma yöntemlerinin uygulandığı bir kazı yeri olarak da bilim tarihinde önemli bir yer kazanmıştır. Troia’da kazı yapmış olan Schliemann, Dörpfeld, Blegen, Manfred Osman Korfmann, kendi dönemlerinin en yeni, en gelişkin yöntemlerini bu bölgeye taşımışlardır. Arkeolojinin de kendi içinde gelişim süreci vardır; araştırma yöntemlerimiz sürekli olarak yenilenmekte, bakış açılarımız değişmekte, sonuç almak için kullandığımız araçlar gelişmektedir. İster beğenelim, ister beğenmeyelim Schliemann sayesinde burada arkeolojinin tarihinde devrim niteliğinde bir gelişme sağlanmıştır; Schliemann’ın kazılarına kadar, höyüklerin oluşumu tam olarak anlaşılamamaktaydı. Bunların tek bir yerleşimin yıkılmasıyla oluşan tepeler olduğu sanılıyordu. Schliemann, bugün hata olarak gördüğümüz büyük yarmasını bu öngörüyle yapmış, ancak bu hatanın sonunda buranın tek bir tabakadan değil, üst üste gelen kültür katlarından oluştuğu anlaşılmıştır. Schliemann’ın kazıları kendi dönemi açısından son derece başarılı, döneminin en gelişkin teknolojisiyle yapılmış kazılardır. Yayınları bugün bile hâlâ hayranlıkla baktığımız ciltlerden oluşmaktadır. Schliemann’ı izleyen Dörpfeld, mimar kökenli bir araştırıcıdır; yapmış olduğu çizimler, Troia kalıntılarının planları, bugün en hassas aletlerle yaptığımız planlar kadar doğru ve onun da ötesinde çizim tekniği açısından sanatsal olarak kabul edebileceğimiz değerlerdedir. Dörpfeld tabakaları çok büyük bir doğrulukla görmüş, belgelemiş ve o yıllara kadar yerbilimlerinin alanı sayılan stratigrafi - katman bilimini arkeolojiye taşımıştır. O dönem kazılarında ortaya çıkan buluntuları sınıflandırarak tanımlayan Schmidt’in kataloğu günümüzde, değerini yitirmeden başvuru kaynağı olarak kullanılan bir kitaptır. Troia’nın daha sonraki hafiri olan Blegen 1950’lerde, o dönemin en modern arkeoloji tekniğini kullanmıştır. Bugün hâlâ Blegen’i referans kaynağı olarak kullanabiliyoruz. Blegen’den sonra Troia kazılarını üstlenen Manfred Osman Korfmann’nın çalışmaları, günümüzün çağdaş arkeoloji anlayışını buraya taşımış, farklı bir açılım kazandırmıştır. Korfmann, günümüzün modern teknolojisiyle gelişen doğa ve fen bilim alanlarını kültür tarihine kazandırmanın ötesinde, bir ören yerine yalnızca bilimsel veri olarak bakmanın yanlış olduğunu da göstermiş, getirdiği ekip anlayışı ve geniş bakış açısıyla çağdaş arkeolojiyi Troas’a taşımıştır. Korfmann’nın açılımında artık yeni bir boyut, kültürel miras yönetimi, bölge planlamasıyla bütünleşmek, çok disiplinli bir çalışma kavramı gibi yeni tanımlar vardır. Bunlar çok güçtür ancak Korfmann bunları her şeye rağmen başarmıştır. Bu nedenle Çanakkale bölgesinin her zaman, arkeolojide çağdaşlaşmanın öncüsü olduğunu söyleyebiliriz. Umarım ki Çanakkale’de yapılacak bundan sonraki çalışmalarda da aynı ruh, aynı anlayış devam ettirilir.
YENİ BİR ARAYIŞ: TOPLUMLA ARKEOLOJİ BİLİMİ ARASINDA BİR ARA YÜZ
Kültür varlıklarıyla ilgili olarak son yıllarda devrim sayılabilecek yeni açılımlar, gelişmeler olmuştur. Yakın zamanlara kadar akademisyenler, ve gayet tabii arkeologlar bilgiyi bilim dünyası için üretirler, kendi aralarında tartışırlardı; ancak bilginin çok süzülmüşü ders kitaplarına ya da popüler yayınlara yansırdı. Ben de bir bilim insanı olarak bilim üretirim, ürettiğim bilginin büyük bir kısmı, yalnızca çok sınırlı sayıdaki bilim insanının anlayacağı, ilgisini çekeceği içeriğe sahiptir. Ancak yeni anlayış, ki bu toplantıda bunun önemli göstergelerinden biridir, ürettiğimiz bilginin toplumla paylaşımıdır. Artık biz akademisyenlerin görev tanımı içinde bu üretilen bilginin topluma kazandırılması, toplumun sosyal mutluluk, ekonomik mutluluk, kültürel mutluluk alabileceği bir şekle dönüştürülmesi de vardır. Bu dönüşüm sanıldığından daha güçtür; ben bir akademisyen olarak, ne kadar çaba gösterirsem göstereyim, bilim alanının kendine özel terimlerinden, sözcüklerinden kendimi kurtaramam. Aynı zamanda bizlerin ürettiği bilginin toplumun çeşitli düzeylerindeki kesimler için anlaşılabilir, ilgiyi çekebilir bir şekle dönüştürülmesi de gerekmektedir; ancak bu dönüşüm sırasında, ilgiyi çekmek uğruna bilginin niteliğinin bozulmaması, çarpıtılmaması gerekir. Hangi düzeyde olursa olsun, isterse bir mühendis isterse bir çiftçi vatandaş olsun, kültür varlıklarıyla ilgili bir anlatımla karşılaştıklarında “Bu ne anlama geliyor?” sorusunun yanıtını alabilmeleri gerekir.
Bilim insanlarının ürettiği bilginin topluma kazandırılması için son yıllarda birçok yeni çözüm yolları bulunmuştur. Bu çözüm yollarının içinde belki de en önemlisi “kültürel tercüman” olarak tanımlanan yeni bir ara meslek grubunun ortaya çıkması olmuştur. Kültürel tercümanlık, bilim insanının ürettiği bilgiyi deforme etmeden, fakat her kesimdeki insanın anlayabileceği bir dile çeviren, ondan mutluluk duymasını, ondan kendini zenginleştirmesini sağlayan bir ara yüzdür. Ülkemizde hâlen bu ara kesim yoktur; ben ya da diğer meslektaşlarım kendimizi zorlayarak, kullandığımız terminolojiden kaçarak ne yaptığımızı topluma anlatmaya çalışmaktayız. Ama bu bizim becerimizle olacak bir iş değildir. Eminim ki buradaki konuşmaları dinleyen birçok arkadaş, “Niye bunlar kazılıyor?”, ”Bunlar niye önemliydi?” gibi soruların yanıtı olarak “herhâlde önemlidirler ki kazıyorlar”dan daha farklı bir yanıt beklentisi içindedirler.
Bu nedenle, sanıyorum ki sivil toplum örgütlerinin üzerinde ısrarla durması gerekli olan konulardan bir tanesi “kültürel tercümanlığın” Türkiye’de geliştirilmesi ve böylelikle bilim insanlarının ürettiği bilgiyi başka düzeylere aktarılabilecek ara yüzün oluşturulmasına yardımcı olmalarıdır. Bu gerçekleştirildiğinde kültür varlıkları, bir ilkokul çocuğundan çiftçiye, bir aydından öğretmene kadar her düzeyin tat alarak ondan mutluluk duyabileceği yeni bir formata dönüşecektir.
Bizim ürettiğimiz bilginin ikinci bir ayağı da sanıyorum ki bilginin çıktığı yerdeki insanların bundan övünç duymasıdır. Türkiye’nin birçok yerinde çalıştığımızda, ki ben Türkiye’nin aşağı yukarı 56 vilayetinde çalıştığımı söyleyebilirim, “Hoca ne yapıyorsun?”, “Buldun mu?” şeklinde sorulara, “Hayır bulamadım, arıyorum” yanıtı oluyor. Ben bilgi arıyorum. Ben İstanbul’dan gelip o bilgiyi arıyorum. M. O. Korfmann’da Almanya’dan gelip bilgi aradı. Başka arkadaşlar başka yerlerden gelip arıyorlar. Ama ben o bilgiyle, bu kentteki insanların ya da bu bölgedeki insanların ondan zevk duymasını, ondan övünç duymasını ve onunla kendini başka yerlerden farklı hissetmesinin gerekli olduğu kanısındayım. Bir kentin ya da bölgenin geçmişiyle ilgili bilginin, o yerde, o geçmişle birlikte yaşayan insanların kimliğini zenginleştirmesi, kendilerini farklı hissedebilmeleri ve bunun da ötesinde bununla övünebilmeleri beklenmelidir.
Türkiye’de çok yaygın bir slogan vardır: “Tarihi eserler turistler içindir, turistler bundan hoşlanır”. Bence bu temel bir yanılgıdır. Bir bölgenin geçmişi, turistler için değil, her şeyden önce o kentte yaşayan insanlar için önemli olmalıdır. O kentte yaşayanlar geçmişin izlerinden, anılarından, kalıntılarından mutluluk duyabilir ve bunlarla kendilerini zenginleşmiş hissedebilirlerse, ancak o zaman sürdürebilir bir kültür varlıkları politikası oluşturulabilir. Eğer Çanakkale’de yaşayan insanlar, Troia’nın, bu bölgede yapılan diğer arkeolojik kazıların sonuçlarıyla, kendilerini başka bir yerde yaşayan insanlardan farklı hissedebiliyorsa ve bu bilgi onlara, onların düşünce sistemlerine yeni bir kimlik, sosyal bir mutluluk kazandırabiliyorsa çalışmalar amacına ulaşmıştır.
Önemli bir soru da “Niye arkeoloji yapıyoruz?” olmalıdır. Her ne kadar biz akademisyenler geçmişe ait birçok ayrıntı üzerinde duruyor, bunları kendi aramızda tartışıyorsak da, bizim esas amacımız geçmişten günümüze nasıl gelindiğini anlayabilmek ve bundan geleceğe yönelik öngörülerin yapılmasına katkıda bulunmaktır. Bu bakımdan arkeolojinin temel amacı insanların düşünce sistemine zaman boyutunun kazandırılmasıdır. Geçmişten günümüze gelen bir derinliğin olduğunu, geleceğimizi ancak geçmişi anladığımız takdirde oluşturabileceğimizi unutmamalıyız. Arkeoloji bu şekildeki bir bakış açısının somut kanıtlarını ortaya çıkartan, tartışan ve dolayısıyla dünyaya bakışımıza yeni bir ölçek, yeni bir boyut kazandıran bir alandır. Yaratılan ve yaratıldıktan sonra değişmeyen, durağan bir dünyanın, sürekli olarak değişen, evrim geçiren bir kurgusu olduğunu kanıtlayan bilim alanlarından biri arkeolojidir. Konusu dünya olan diğer bilim dallarıyla birlikte arkeoloji, çağdaş düşüncenin temeli olan “evrim” kuramının ortaya çıkmasını sağlamış, bunun kanıtlarını topluma kazandırmıştır. Arkeolojiye bu açıdan baktığımızda bu düşünce sistemimize yeni bir boyut kazandıran, yeni bir çizgi getiren bir alandır; böylesine bir bakış açısı “Koruyalım mı korumayalım mı?”, “Üzerine bir daha yapalım mı yapmayalım mı?” sorularını çok farklı boyutlarda ele almamızı sağlayacaktır. Eğer böyle bir bakış açısı gerçekleşirse, herhangi bir bölgedeki kültür varlıkları için, arkeologlar ya da erk sahibi kurumlar “Bunlar bizim ilgimizi çekmiyor, yok edilebilir” hükmünü verse bile, o bölgede yaşayan insanlar “Hayır, bunlar benim geçmişimdir, benim mirasımdır, benim zenginliğimdir” duygusuyla sahiplenerek, onları korumak için bizden daha fazla uğraşı vereceklerdir.
Kültür varlıklarının “sosyal ve düşünsel” değerinin yanında hiç kuşkusuz bir de “ekonomik” değeri olması gerekir. Hepimizin bildiği gibi bu ekonomik değerin temeli, dışarıdan gelen insanların, turistlerin bunları görmek ve görürken o bölgeyi kullanmasıyla ortaya çıkan getirilerdir. Ancak bu kırılgan bir değerdir. Dışarıdan gelenler her an gelmeyebilirler; böylesi bir durumun kültürel değerlerin sonu olmaması gerekir. Bu nedenle kültür varlıklarını gezen, ilgilenen kesimin her şeyden önce o bölgenin kendi insanları olması ve ekonomik girdinin bu modele uygun farklı bir formata çekilmesi gerekir.
ATATÜRK CUMHURİYETİNİN GETİRDİĞİ KAZANIMLAR
Benden önceki konuşmacı olan Nezih Başgelen, Çanakkale’nin çok eski tarihlerde yapılmış gravürlerini ve bölgedeki tarihi kalıntıların elle yapılmış resimlerini, eski haritaları gösterdi. Daha 1600, 1700’lerde Batılılar bu bölgeye gelmişler, dünyanın başka yerlerinden gelip bu bölgenin haritalarını çizmiş ve kalıntıları belgelemişlerdir. Bir yerin haritasının çizilmesi ve özellikle kendine ait olmayan bir bölgenin haritasının yapılması düşünsel boyutta oranın sahiplenilmesi anlamına gelir. Ören yerlerini belgelemişlerdir; bu da geçmişin sahiplenilmesi anlamını taşır. Biz yakın zamanlara kadar bunlarla hiç ilgilenmemişiz. Nezih Başgelen’in konuşmasını dinlerken, bu konuyla ilgili “neden” sorusu ister istemez aklıma geldi. Nezih Bey’in bugün gösterdikleri kanıtlanan geçmişin göstergeleridir.
Bizim düşünce sistemimize ise “kanıtları aranan geçmiş”, batılılaşma süreciyle birlikte girmeye başlamıştır. Diğer geleneksel toplumlarda olduğu gibi bizim düşünce sistemimizde de geçmiş, rivayetlere dayanan, belgesi olmayan, kanıt aranmayan bir geçmiştir. Bu nedenle yassı bir geçmiştir, zaman boyutu yoktur. Tümüyle inanılan, söylencelere, efsanelere dayalı bir geçmiştir. Bu geçmiş durağandır ve aynı zamanda ilgilenilen yalnızca kendimize ait olan geçmiştir; başka kültürlerin, başka coğrafyaların, başka toplumların geçmişiyle ilgilenmek hiçbir şekilde söz konusu değildir. Başka bir deyişle küresel boyutu olmayan, kanıtları aranmayan bir geçmiştir. Batı düşünce sisteminde gelişen arkeoloji, bir yanda inanılan geçmişin yerine kanıtlanması gerekli olan bir geçmişin aranmasını, öte yanda da geçmişe küresel boyutta, hangi toplum ve döneme ait olursa olsun tüm insanlığın geçmişine yönelik bir ilgiyi beraberinde getirmiştir. Geleneksel düşünce tarzına göre devrim sayılacak kadar farklı olan bu yaklaşım Osmanlı İmparatorluğu’na ilk olarak 19. yüzyılın ortalarında, çok sınırlı sayıdaki elit aydın kişinin çabasıyla, “batılılaşma paketi”nin bir parçası olarak girmiş ve cumhuriyetin kuruluşuna kadar hiçbir şekilde geniş toplum kitlelerine yansımamıştır.
Arkeoloji, ilk dönem cumhuriyet ideolojisinin temel taşlarından biri olmuştur; yukarıda değindiğimiz tanımıyla geçmişe bakılması, inanılan geçmiş yerine kanıtlanan geçmiş kavramının gelmesi ve özellikle yaratılmış durağan bir geçmişin yerini sürekli olarak değişen, evrim geçiren bir dünyanın alması ve bu anlayışın topluma kazandırılması, Atatürk cumhuriyetinin temel hedeflerinden biri olmuştur. Geçmişi anlamadan çağdaş bir insan olunamayacağı kavramı, cumhuriyetle birlikte dağarcığımıza yerleşmeye başlayan ya da daha doğrusu yerleştirilmeye çalışılan bir yaklaşım olmuştur. Bu ideolojinin yansımalarının ilk izlerini, daha cumhuriyetin kurulduğu ilk yıllarda görmekteyiz. Cumhuriyetin ilk yıllarında Türkiye fakirdir, savaştan çıkmıştır, yorgundur. Ancak buna karşın daha 1924’den itibaren arkeolojik kazılar desteklenmiş, yönlendirilmiş, yurt dışına çok sayıda öğrenci arkeoloji ve ilgili alanlarda yetiştirilmek üzere yollanmış, dışarıdan bilim insanları Türkiye’ye çağrılmıştır. Bu yapılırken, günümüzde olduğu gibi, turistik bir çekim odağı oluşturma ana motif olarak karşımıza çıkmaz; tam tersine arkeoloji çağdaşlaşmanın bir parçası, bu ülkede yaşayanlara düşünsel zenginlik kazandıracak bir öğe olarak görülmüştür. Atatürk cumhuriyeti için geçmişi sahiplenmek, geçmişi anlamak cumhuriyet erkinin temel bir parçası olmuştur. Bu süreç yalnızca bulunduğumuz toprağın geçmişinin ortaya çıkmasını değil, aynı zamanda bu çağdaş yaklaşımın geniş toplum kitlelerine yansıması, arkeolojinin seçkin aydınların uğraşısı olmaktan çıkmasını da beraberinde getirmiştir. Cumhuriyetin ilk dönemlerinde geçmişin incelenmesi ve topluma yansıması yalnızca akademik kurum ve müzelere bırakılmamış, ülkenin her yerinde açılan halkevleri, köy odaları kendi bölgelerini belgelemiş, arkeolojik çalışmaların yapılmasını sağlamış, yerel müzeler açmış ve bunun da ötesinde halkın anlayacağı yayınlar hazırlamışlardır. Bu, günümüzde bile sağlayamadığımız inanılmaz büyük bir başarıdır.
Ne varki bir süre sonra, Atatürk cumhuriyetinin sağlamış olduğu heyecanın sönmeye başladığı, düşünsel zenginliğin, çağdaş birey olmanın gereklerinin yerine getirilemediği görülmektedir. Halkevleriyle, özverili, iyi yetiştirilmiş öğretmenlerle, köy enstitüleriyle Anadolu’ya yayılmakta olan bu düşünce sisteminin bir zaman sonra köreldiğini ve giderek arkeolojinin, eskiye bakmanın, belli elitist bir yaklaşım hâline geldiğini, sadece akademik dünyayla sınırlı kaldığını ve toplumdan koptuğunu ve kopartıldığını görmekteyiz.
Çanakkale Sivil İnsiyatifi, yani sizler, bunun istisnai örneklerinden birisiniz. Bunun kıymetini çok iyi bilin. Bunun çağdaş insan olmanın, çağdaş yaşamın, sizi hâlâ Orta Çağ’ın karanlığından kurtaracak bir el olduğunu düşünün ve bu duruşunuzu değiştirmeyin. Bunu Türkiye’de başka yerlere yayabilir misiniz, yani başkaları sizi örnek alıp bunu becerebilir mi, bilmiyorum, ama hiç değilse bu erki yaşatın.
Buradaki arkeolog arkadaşlar, eminim ki size bu konuda her zaman destek olacaklardır. Burada arkeologlar sözcüğünü dar anlamıyla kullanmak istemiyorum; geçmişin araştırılması, incelenmesi artık arkeologların, sanat tarihçilerinin, tarihçilerin tekelinden çıkmış, çok disiplinli, farklı, yeni bir boyut kazanmıştır. Geçmişi anlamamızı sağlayan, bizimle birlikte, aynı amaç doğrultusunda, dünyanın gelişmesini, evrimini, kültürel dönüşümünü farklı boyutlarda ele alan çeşitli uzmanlık alanları vardır. Bunlarla birlikte çalışıldığında geçmiş, artık yalnızca eskiden kalan heykeller, tapınaklar, kap-kacak ya da madenlerden yapılma çeşitli eserler gibi nesnelerin kuruluğundan çıkmakta, “kültürel ortam” olarak tanımladığımız geçmiş, doğal çevre ortamı, peyzajı, yaşamı ve diğer canlılarıyla birlikte daha renkli ve heyecan verici bir boyut kazanmaktadır. Bütün bunlar sizin diğer insanlardan daha mutlu olmanızı ve daha farklı hissetmenizi sağlayacaktır.
Burada olmak, sizlerle bu düşünceleri paylaşmak ve yağmur altında bile herkesin bu dinlenceyi sabırla sonuna kadar izlemesi, benim için büyük bir mutluluk, ancak bunun da ötesinde ileriye umutla bakmamı sağlayan bir güvencedir. Keşke başka yerlerde de böyle olsaydı. Burada olmaktan çok mutlu oldum.
KAYNAKÇA
Özdoğan, M. 2001
Türk Arkeolojisinin Sorunları ve Koruma Politikaları. Arkeoloji ve Sanat Yayınları, İstanbul.
Özdoğan,M. 2005
"Art Arda Kaybettiğimiz İki Dost, İki Örnek İnsan, İki Bilgin: Stefanos Yerasimos ve Manfred Osman Korfmann", Arkeoloji ve Sanat 120: VI-XII.
Özdoğan, M. 2006
Arkeolojinin Politikası ve Politik Bir Araç Olarak Arkeoloji. Arkeoloji ve Sanat Yayınları, İstanbul.
Özdoğan, M. 2007
“Çağdaş Düşünme Aracı Olarak Arkeoloji”, M. Alparslan vd. (yay.) Belkıs Dinçol ve Ali Dinçol’a Armağan VITA: Festschrift in Honor of Belkıs Dinçol and Ali Dinçol: 569-575. Ege Yayınları, İstanbul.
Özdoğan, M. 2007
“Manfred Osman Korfmann”, Archäologische Mitteilungen aus Iran und Turan 37: 457-462.
1 Ekim 2007 Pazartesi
ÇABİSAK DERNEĞİ'NDEN RİTİM KURSLARI...
DARBUKA
D'JEMBE
D'HOLLO
BENDİR
Usul ve teknik dersleri.
Kayıtlar 15 Ekim'de sona eriyor.
Bilgi ve kayıt için (11.00 - 18.00 arası) 212 05 52
KURSLAR 22 EKİM'DE HEDON'DA BAŞLIYOR.
Kurslar haftada 2 gün, 3'er saat (pazartesi, çarşamba, cuma / salı, perşembe, pazar)
Dersler 10.00 - 13.00 arası
Toplam 80 saat (6 ay)
Ücret: 300YTL (aylık 50 ytl)
Kayıtta 50 ytl ve her ay 50 ytl.
Kredi kartı ile ödeme yapılabilir.
Sınıflar 5 kişiliktir.
Enstrümanlarını kursiyerler kendileri getireceklerdir. İsteyenlere enstrüman ücret karşılığı temin edilir.
D'JEMBE
D'HOLLO
BENDİR
Usul ve teknik dersleri.
Kayıtlar 15 Ekim'de sona eriyor.
Bilgi ve kayıt için (11.00 - 18.00 arası) 212 05 52
KURSLAR 22 EKİM'DE HEDON'DA BAŞLIYOR.
Kurslar haftada 2 gün, 3'er saat (pazartesi, çarşamba, cuma / salı, perşembe, pazar)
Dersler 10.00 - 13.00 arası
Toplam 80 saat (6 ay)
Ücret: 300YTL (aylık 50 ytl)
Kayıtta 50 ytl ve her ay 50 ytl.
Kredi kartı ile ödeme yapılabilir.
Sınıflar 5 kişiliktir.
Enstrümanlarını kursiyerler kendileri getireceklerdir. İsteyenlere enstrüman ücret karşılığı temin edilir.
25 Ağustos 2007 Cumartesi
Yokluk, başarı için engel değil bu topraklarda…
V. Çanakkale-Traos Arkeoloji buluşması kapsamın da kazı alanlarına yaptığımız hoş geldiniz ziyaretlerini iki haftadır sizler ile paylaşıyoruz, bu hafta Gökçeada da Yeni Bademli höyük kazı alanındaydık. 16 Ağustos 2007 Perşembe günü iki kişi yola çıktık, genç hissederek kendimizi Mimar Ali beyin motoru ile. Önce kıtalar arası bir vapur yolculuğu ile Asya’dan Avrupa’ya geçtik. Kilitbahir köyü yamaçlarında “Dur yolcu bilmeden gelip bastığın bu toprak bir devrin battığı yerdir” mısraları Mehmetçik sülieti ile karşı yakada boğazdan geçenleri selamlıyordu. Bir devrin battığı yer. Bir devir, bir neslin yok olması ile mi eş anlamlımıydı, yoksa başka anlamlarımı var? Bilemiyoruz, bildiğimiz bu mısralar aslında Afyon Kara Hisar için yazılmış ve Anadolu da kurtuluş ateşinin en hararetli tarihleri ile Anadolu dan sömürgeci güçlerin sökülüp atılışını ve genç Türkiye cumhuriyetinin rüştünü ispatlayarak, Osmanlı’nın sonunu ifade etmekte. Çanakkale savaşları bu ateşi yakanların bir arada emperyalizme karşı Anadolu’yu savundukları belki de, belki de değil tarihin bize bildirdiği, kesin olarak bir araya geldikleri ve Anadolu’da yaşanacak mücadelenin kahramanları ile liderinin tarih sahnesinde doğduğu yer Çanakkale.
Eceabat’ta gemiden inip Kilye’ye döndüğümüzde aklıma takıldı, iki haftadır kazı alanlarını geziyoruz. Geçmiş kültürlerin izlerini sabırla süren, bir küçük seramik parçasından yada tek bir sikkeden anlamlar çıkarmaya çalışan insanlar. Bu insanlar, eldeki imkanları ve bu çalışma temposu ile ara vermeden çalışsalar bir yüzyıl değil bir bin yıl daha kazarlar gibi geliyor toprağı. Bin yıl sonra ancak bu mesleğin toprak ile ilişkisi biter gibi geliyor insana. Toprak yerine kütüphaneler, bilgisayar ortamları arkeologların çalışma mekanları olacak öngörüsü insanın aklına takılıyor.
Tam bu arada Kilye koyundan Kabatepe sapağına dönüyoruz. O an yok diyorum kendi kendime, bu meslek Türkiye’de bitmez, yine toprağı kazarak buluntuları anlamlandırmaya çalışır arkeologlar ve bugünkülerden daha zor şartlarda üstelik. Doksan yıl öncesinin malzemeleri hurda demir fiyatına satıldığı bu ülkede, sahada kalan birkaç parça harp artığı malzemede “Ben koleksiyonerim” deyipte devletin bu işle ilgili kurumları tarafından takip edilmeyenler oldukça. Birileri tarafından kontrolsüzce toplanan ve de birçoğu tarafından “kaybolup yitmeleri yerine saklıyorum işte” mantığının “vatanı diğerlerinden ( Diğerleri kim se? ) daha çok sevdiğinin kanıtı” övüncü ile Çanakkale savaş alanlarından kilometrelerce uzakta evlerinin yada mağazalarını vitrinin de saklayarak ve bin yıl sonranın arkeologlarına bir şey bırakmayanlar. Bin yıl sonrasından söz ediyorum çünkü kısa sürede burada Arkeoloji ve Sanat tarihi disiplinleri ile çalışma yapılabileceği konusunda hiçbir ip ucu yok ( Bu alanda bu bilimlerin ne işi var diye soranlara bu disiplinin yöntemlerini yeniden karıştırmalarını öneririm ). Bin yıl sonra arkeologlar, Çanakkale savaşları coğrafyasını okurken “yazılı kaynakların savaşın Gelibolu yarımadası’nda yaşandığı ifade edilmesine rağmen” yorumu ile tüm illere yayılmış bu malzemeleri yorumlamaya çalışıp duracak. Belki bu satırları okuyan bin yıl sonrasının arkeologu “Aynalı Pazar”ı referans gösterip, arkeoloji buluşması yapan Çanakkale’li bir gurup meraklının verdiği bilgiye göre, Çanakkale savaş malzemeleri alan dışına dağılmıştır diyerek yanlış okumaların önüne geçecek. Bu nedenle Üniversite ve de Arkeoloji Enstitülerinin yetkilileri geleceğin arkeologlarını düşünerek ya Aynalı Pazarın bu sayısını envanterine almalı yada konunun ilgili tarafları bu duruma bir el atarak tüm malzemenin usulüne uygun envanterinin tutularak kayıt altına alınması sağlanmalı. Bu düşünce ile Kabatepe limanına varmıştık bile.
Gökçe adaya kalkan feribota biniyoruz. Feribot iki uzun düdük çalıyor, halatlarını iskeleden alırken Ali bey pek anlam veremiyor bu işe. Gemicilik ile ilgili bir kural olduğunu hatırlıyorum, Ali bey “kimsenin ve hiçbir geminin olmadığı yerde demi?” diyor, susuyorum. Sonradan aklıma geliyor gemide yaşam, bazı şeyler yalnız bilgi olarak kalırsa unutabiliyor insan hafızası, deniz unutmayı affetmiyor o nedenle de “gemicilikte bilgi reflekse dönüşürse başarı oluşur” mealinde bir söz anımsıyorum. Sonra sırf denizcilikte mi geçerli bu söz diyorum kendime, hemen hemen her alanda kurallar refleks halini alırsa sorunlar çözülür gibi geliyor. Kültüre yada tarihe sahip çıkma refleksi de herhalde bunlardan biri ama okunmuş ve kalıplaşmış yorumlar ile değil de, okunabilecek ve her seferinde yeniden okunabilecek değerlerin korunması ile.
Bu arada adaya varıyoruz, feribottan inip motorla yola koyuluyoruz tekrardan. Adanın merkezinden geçiyoruz , tüm kamu binaları iç içe, ne güzel diyor insan her şey avuç içi kadar mekanda. Sonra, durmadan devam ediyoruz yola. Kale köye yaklaşıyoruz, sağda solda tarlalarda çalışan insanları görüyoruz. Birçok araç geçiyor yanımızdan bir ada için oldukça çok geliyor bunca araç. Yol kenarında durup bir pansiyoncuya Yeni Bademli höyüğü soruyoruz, tarif ediyorlar. Biraz geçmişiz, geri dönüyoruz. Biraz önce tarlada çalışanlar olarak değerlendirdiğimiz grup, bizim aradığımız ekipmiş meğer. Yanlarına varıyoruz “kolay gelsin” diyoruz “hoş geldiniz” diyorlar. Aralarından yaz sıcağında eşofmanlı, yelekli Hocaları çıkıp geliyor yanımıza, güler yüzle sapasağlam görünmeye çalışarak. Özür diliyor, ilk önce bir anlam veremiyoruz özrüne, selamlaşma sohbete dönünce anlıyoruz. Bir gün önce rahatsızlanmış hoca, daha tam kendini toplayamamış ama kazı beklemez deyip, o hali ile gelmiş alana. Bir de Diş Tabibi Levent bey arayıp geleceğimizi bildirince rahatsızlığına rağmen heyecanlanmış, tüm Yalı hanı olmasa da daha kalabalık bir grup bekliyormuş misafirlerini (bizi). Rahatsızlığı nedeni ile de hazırlık yapamadığı için özür diliyormuş. Bir an ne diyeceğimizi bilemedik, geçmiş olsun demekle yetindik.
Kazı alanında pırıl pırıl gençler çalışıyordu. Tek tek tanıştırdı hepsini, ardından bakanlık temsilcisini de. Ekibine dönüp, bizi tanıtırken “Çanakkale’den gelen dostlarımız, arkadaşlar. Türkiye’de ve Dünya’da birçok yerde konferans ve toplantıya katıldım ama Çanakkale Yalı han’daki buluşma kadar hiç biri heyecanlandırmadı beni, hiçbir yerde hiçbir kazı ekibinin Çanakkale’deki gibi dostları yoktur” mealinde cümleleri ile bizi bir kez daha mahcup etti, biz ne yapabilmiştik ki onlar için.
Sonra çalıştıkları alanı tanıtmaya başladı, adanın ortasında bir liman kenti idi kazdıkları alan, yine heyecan verici bir serüven başlıyordu. Bir an dört bir yanımıza baktık, denizden eser yoktu göz mesafesinde. Halime hoca anlatmaya devam ediyordu, “üç tarafı sur ile çevrilmiş bir kentti burası” yön göstererek “bir yanı ise denizdi. On dört metre derinlik vardı sahilinde, bu avantajdı o gün için tekneler ile buradan yanaşamıyorlardı kente, kentlilerde deniz tarafına sur inşa etmemişlerdi”. Milattan beş bin yıl öncesinden söz ediyordu, gerilere doğru giderek. Bir tarlanın bahçe duvarı gibi duran taş dizinleri arasında gezerken. Evler, odalar, ocaklar, sokaklar Halime hocanın anlatımı ile önümüzde ayağa kalkıyor, O’nun anlatımı eşliğinde kayboluyor, yerini başka bir bina yada konut alıyordu. On bir yıldır çalışıyordu yanlış anlamadı isem bu kent üzerine, anlattıklarının hepsini bu satırlara taşımak isterdim ama o emeği verenlerin kendi sözcüklerinden dinlemek çok daha anlamlı olacağını düşünerek bundan sonrasını buluşmada Halime hocanın anlatımından dinlemeniz için bırakıyorum.
Bu yıl bölgemizde çalışan hocaların anlatacak çok şeyleri var.Her ziyaret ettiğimiz kazıda biz bunu gördük ve yaşadık. Bu satırlara küçük alıntılar yapmaya özen gösterdik, onların emeğini onların anlatımından dinlemenin çok daha heyecan verici olacağını değerlendirip, bu emeğin büyüsünü bozma hakkımız yok diye düşündük. Bu satırları kaleme alırken kazılardaki zoru başaranları ve orada yokluklar ile yazılan destanımsı başarıları sizlere aktarmak olabilirdi en fazla görevimiz.
Adada yapılan kazıda diğer alanlardan çok daha fazla mahrumiyet vardı. Ulaşım sınırlı adada malum isteyen istendiği saatte araç bulamıyor, bu da maliyetleri artıyor dolayısı ile (yalnız maddi değil manevi anlamda da) ama Halime hoca gerçek bir kahraman gibi, adeta yoklukları yok ile yenmeyi bilen biri. Adanın tüm kurumları ile ilişki kurmuş, ama sonunda her bir kurumun bütçesi ve imkanları da sınırlı bununda bilincinde. Belediye başkanın yardımlarından söz etti, Kaymakamın kazıya olan ilgisini, adada yer alan askeri birlikteki komutanların yardımlarını anlattı. Ama bunca kurum içinde sanmayın ki sonsuz imkanlar kazı alanında, istirahat ve çalışma mekanı bir okul sırası, üstelik üstünde bir tente dahi yok. Kazı evi adanın bir ucunda iskelede, şu anda kullanılmayan bir kamu kuruluşunun terk edilmiş lojmanı. Çalışma masaları, sandalyeleri, Ankara’da bazı bürokratların kullanım süresi dolmuş makam masaları, koltukları. Hurdalığa giderken ikili ilişkiler ile belge karşılığı alınmış hurda malzemeler. Ama hepsi kullanılıyor ve gençler ile Halime Hoca için Hilton oteli döşemesi kadar kıymetli bunlar. Çalışma disiplinini anlatmak için aklımıza gelen hiç bir övücü sözcüğü yeterli değil, gerçekten. Bu zor şartlarda, bilimsel konularda tek taviz yok. Her alanda çok büyük bir özveri hissediyorsunuz gezerken. Birçok büyük müzenin restorasyon ve konservasyon atölye yada laboratuarından çok daha iyi çalışıyor ekibin konservatörü. Tüm gençlere ve hocaya teşekkür etmekten öteye elimizden bir şey gelmiyor. Hele hocanın adada bir müze hayali gerçekleşmesi hiçte zor değil. Yeter ki kazı alanlarında çalışan bu insanların çabalarını bürokratlar bir an önce görüp hissederek bir adım atsınlar, yeter. Ada da böyle bir müzenin kültür hayatımıza çok şey kazandıracağı kesin, en az bunun kadar kesin olan diğer bir konuda ada turizmine katkısı. Bu seneki buluşmanın konusu kent ve yönetim, yönetmek emeklerin değerlendirilmesi ve organizasyonu değilmidir?
Bir iki saatte döneriz, dediğimiz adadan nerde ise gün batıyordu dönüşe geçtiğimizde. Her şey için teşekkür edip Yalı handa buluşmak dileği ile kazı ekibinden ve ada dan ayrıldık. Gelibolu yarım adasına yanaşırken bu topraklarda, evinin, barkının namusu ve bağımsızlık tutkusu için canlarını veren, bugün bu topraklarda dostluk türküleri söylenmesini sağlayan kahramanlar geldi aklımıza. Yokluk başarı için engel değildi bu topraklarda , minnet ve şükranla andık onları. Feribot kıyıya yaklaştıkça bir şey daha dikkatimizi çekti, yemyeşil bir alandı karşımızda Gelibolu. 1915’ in makilik ve kıraç olan arazisi, kendinden olmayan bir bitki örtüsüne bürünmüştü son yıllarda. İğne yapraklı çam ağaçları savaşın yıkımını sarmış sarmalamış, kapatmıştı. Bu yarım adada canlarını veren gençlerin acıları ve katlandıkları zorluklar, gün be gün yerini mesire alanına dönüşen mekanlara bırakıyordu. Burası, savaşın kara yüzünün tüm dünyaya şamar olduğu bölge. Savaşın yıkımında, barışın büyüsünün vurgulanacağı topraklar… Ne diyelim? Savaş, tarih kitaplarında ve söylemlerde yaşarsa birileri mutlu oluyor her halde. Binlerce can bedeli, özgürlük ve barış …
Yalı han da yapılacak arkeoloji buluşması yalnız kazı alanları ile sınırlı değil bu yıl. Yüzey araştırması olarak adlandırılan bir araştırma yöntemi ile çalışan hocalarımızın çalışmaları da yer alıyor. Yüzey araştırması, kazı yapılmadan toprak üstünde duran, çoğumuzun bakıp ta görmediği verilerin tespiti. Bir temel izi, tarla kenarına itilmiş bir mermer parçası, bazen önünden geçip, içinde yaşadığımız ama hiçbir bilim adamı tarafından değerlendirilmemiş bir yapı. İlginç bilgiler olacak bu konuda da. Buluşmada bir onur konuğumuz da var, bölgemiz dışından. Ayrıca Arkeoloji dünyasının çalışmalarını yayınlayan, arkeoloji ve sanat dünyası ile ilgilileri buluşturan bir konuğumuz daha var. Bu buluşmanın zenginliği sizlerin katılımı ile anlam bulacak unutmayın! bu kadar yoğun ve yorucu emek arasında kıymetli zamanlarını bizlere ayıran ve bilgi paylaşıldıkça büyür ilkesi ile geniş kitleler ile bilgilerini paylaşan hocalarımız.. Bundan sonrası sizin elinizde, her şeyin paraya tahvil edildiği bu devirde bedava bilgiye buyur ediyoruz sizleri… şimdilik hoşça kalın.
Cevat İNCE
Sanat Tarihçi
V. Çanakkale-Traos Arkeoloji buluşması kapsamın da kazı alanlarına yaptığımız hoş geldiniz ziyaretlerini iki haftadır sizler ile paylaşıyoruz, bu hafta Gökçeada da Yeni Bademli höyük kazı alanındaydık. 16 Ağustos 2007 Perşembe günü iki kişi yola çıktık, genç hissederek kendimizi Mimar Ali beyin motoru ile. Önce kıtalar arası bir vapur yolculuğu ile Asya’dan Avrupa’ya geçtik. Kilitbahir köyü yamaçlarında “Dur yolcu bilmeden gelip bastığın bu toprak bir devrin battığı yerdir” mısraları Mehmetçik sülieti ile karşı yakada boğazdan geçenleri selamlıyordu. Bir devrin battığı yer. Bir devir, bir neslin yok olması ile mi eş anlamlımıydı, yoksa başka anlamlarımı var? Bilemiyoruz, bildiğimiz bu mısralar aslında Afyon Kara Hisar için yazılmış ve Anadolu da kurtuluş ateşinin en hararetli tarihleri ile Anadolu dan sömürgeci güçlerin sökülüp atılışını ve genç Türkiye cumhuriyetinin rüştünü ispatlayarak, Osmanlı’nın sonunu ifade etmekte. Çanakkale savaşları bu ateşi yakanların bir arada emperyalizme karşı Anadolu’yu savundukları belki de, belki de değil tarihin bize bildirdiği, kesin olarak bir araya geldikleri ve Anadolu’da yaşanacak mücadelenin kahramanları ile liderinin tarih sahnesinde doğduğu yer Çanakkale.
Eceabat’ta gemiden inip Kilye’ye döndüğümüzde aklıma takıldı, iki haftadır kazı alanlarını geziyoruz. Geçmiş kültürlerin izlerini sabırla süren, bir küçük seramik parçasından yada tek bir sikkeden anlamlar çıkarmaya çalışan insanlar. Bu insanlar, eldeki imkanları ve bu çalışma temposu ile ara vermeden çalışsalar bir yüzyıl değil bir bin yıl daha kazarlar gibi geliyor toprağı. Bin yıl sonra ancak bu mesleğin toprak ile ilişkisi biter gibi geliyor insana. Toprak yerine kütüphaneler, bilgisayar ortamları arkeologların çalışma mekanları olacak öngörüsü insanın aklına takılıyor.
Tam bu arada Kilye koyundan Kabatepe sapağına dönüyoruz. O an yok diyorum kendi kendime, bu meslek Türkiye’de bitmez, yine toprağı kazarak buluntuları anlamlandırmaya çalışır arkeologlar ve bugünkülerden daha zor şartlarda üstelik. Doksan yıl öncesinin malzemeleri hurda demir fiyatına satıldığı bu ülkede, sahada kalan birkaç parça harp artığı malzemede “Ben koleksiyonerim” deyipte devletin bu işle ilgili kurumları tarafından takip edilmeyenler oldukça. Birileri tarafından kontrolsüzce toplanan ve de birçoğu tarafından “kaybolup yitmeleri yerine saklıyorum işte” mantığının “vatanı diğerlerinden ( Diğerleri kim se? ) daha çok sevdiğinin kanıtı” övüncü ile Çanakkale savaş alanlarından kilometrelerce uzakta evlerinin yada mağazalarını vitrinin de saklayarak ve bin yıl sonranın arkeologlarına bir şey bırakmayanlar. Bin yıl sonrasından söz ediyorum çünkü kısa sürede burada Arkeoloji ve Sanat tarihi disiplinleri ile çalışma yapılabileceği konusunda hiçbir ip ucu yok ( Bu alanda bu bilimlerin ne işi var diye soranlara bu disiplinin yöntemlerini yeniden karıştırmalarını öneririm ). Bin yıl sonra arkeologlar, Çanakkale savaşları coğrafyasını okurken “yazılı kaynakların savaşın Gelibolu yarımadası’nda yaşandığı ifade edilmesine rağmen” yorumu ile tüm illere yayılmış bu malzemeleri yorumlamaya çalışıp duracak. Belki bu satırları okuyan bin yıl sonrasının arkeologu “Aynalı Pazar”ı referans gösterip, arkeoloji buluşması yapan Çanakkale’li bir gurup meraklının verdiği bilgiye göre, Çanakkale savaş malzemeleri alan dışına dağılmıştır diyerek yanlış okumaların önüne geçecek. Bu nedenle Üniversite ve de Arkeoloji Enstitülerinin yetkilileri geleceğin arkeologlarını düşünerek ya Aynalı Pazarın bu sayısını envanterine almalı yada konunun ilgili tarafları bu duruma bir el atarak tüm malzemenin usulüne uygun envanterinin tutularak kayıt altına alınması sağlanmalı. Bu düşünce ile Kabatepe limanına varmıştık bile.
Gökçe adaya kalkan feribota biniyoruz. Feribot iki uzun düdük çalıyor, halatlarını iskeleden alırken Ali bey pek anlam veremiyor bu işe. Gemicilik ile ilgili bir kural olduğunu hatırlıyorum, Ali bey “kimsenin ve hiçbir geminin olmadığı yerde demi?” diyor, susuyorum. Sonradan aklıma geliyor gemide yaşam, bazı şeyler yalnız bilgi olarak kalırsa unutabiliyor insan hafızası, deniz unutmayı affetmiyor o nedenle de “gemicilikte bilgi reflekse dönüşürse başarı oluşur” mealinde bir söz anımsıyorum. Sonra sırf denizcilikte mi geçerli bu söz diyorum kendime, hemen hemen her alanda kurallar refleks halini alırsa sorunlar çözülür gibi geliyor. Kültüre yada tarihe sahip çıkma refleksi de herhalde bunlardan biri ama okunmuş ve kalıplaşmış yorumlar ile değil de, okunabilecek ve her seferinde yeniden okunabilecek değerlerin korunması ile.
Bu arada adaya varıyoruz, feribottan inip motorla yola koyuluyoruz tekrardan. Adanın merkezinden geçiyoruz , tüm kamu binaları iç içe, ne güzel diyor insan her şey avuç içi kadar mekanda. Sonra, durmadan devam ediyoruz yola. Kale köye yaklaşıyoruz, sağda solda tarlalarda çalışan insanları görüyoruz. Birçok araç geçiyor yanımızdan bir ada için oldukça çok geliyor bunca araç. Yol kenarında durup bir pansiyoncuya Yeni Bademli höyüğü soruyoruz, tarif ediyorlar. Biraz geçmişiz, geri dönüyoruz. Biraz önce tarlada çalışanlar olarak değerlendirdiğimiz grup, bizim aradığımız ekipmiş meğer. Yanlarına varıyoruz “kolay gelsin” diyoruz “hoş geldiniz” diyorlar. Aralarından yaz sıcağında eşofmanlı, yelekli Hocaları çıkıp geliyor yanımıza, güler yüzle sapasağlam görünmeye çalışarak. Özür diliyor, ilk önce bir anlam veremiyoruz özrüne, selamlaşma sohbete dönünce anlıyoruz. Bir gün önce rahatsızlanmış hoca, daha tam kendini toplayamamış ama kazı beklemez deyip, o hali ile gelmiş alana. Bir de Diş Tabibi Levent bey arayıp geleceğimizi bildirince rahatsızlığına rağmen heyecanlanmış, tüm Yalı hanı olmasa da daha kalabalık bir grup bekliyormuş misafirlerini (bizi). Rahatsızlığı nedeni ile de hazırlık yapamadığı için özür diliyormuş. Bir an ne diyeceğimizi bilemedik, geçmiş olsun demekle yetindik.
Kazı alanında pırıl pırıl gençler çalışıyordu. Tek tek tanıştırdı hepsini, ardından bakanlık temsilcisini de. Ekibine dönüp, bizi tanıtırken “Çanakkale’den gelen dostlarımız, arkadaşlar. Türkiye’de ve Dünya’da birçok yerde konferans ve toplantıya katıldım ama Çanakkale Yalı han’daki buluşma kadar hiç biri heyecanlandırmadı beni, hiçbir yerde hiçbir kazı ekibinin Çanakkale’deki gibi dostları yoktur” mealinde cümleleri ile bizi bir kez daha mahcup etti, biz ne yapabilmiştik ki onlar için.
Sonra çalıştıkları alanı tanıtmaya başladı, adanın ortasında bir liman kenti idi kazdıkları alan, yine heyecan verici bir serüven başlıyordu. Bir an dört bir yanımıza baktık, denizden eser yoktu göz mesafesinde. Halime hoca anlatmaya devam ediyordu, “üç tarafı sur ile çevrilmiş bir kentti burası” yön göstererek “bir yanı ise denizdi. On dört metre derinlik vardı sahilinde, bu avantajdı o gün için tekneler ile buradan yanaşamıyorlardı kente, kentlilerde deniz tarafına sur inşa etmemişlerdi”. Milattan beş bin yıl öncesinden söz ediyordu, gerilere doğru giderek. Bir tarlanın bahçe duvarı gibi duran taş dizinleri arasında gezerken. Evler, odalar, ocaklar, sokaklar Halime hocanın anlatımı ile önümüzde ayağa kalkıyor, O’nun anlatımı eşliğinde kayboluyor, yerini başka bir bina yada konut alıyordu. On bir yıldır çalışıyordu yanlış anlamadı isem bu kent üzerine, anlattıklarının hepsini bu satırlara taşımak isterdim ama o emeği verenlerin kendi sözcüklerinden dinlemek çok daha anlamlı olacağını düşünerek bundan sonrasını buluşmada Halime hocanın anlatımından dinlemeniz için bırakıyorum.
Bu yıl bölgemizde çalışan hocaların anlatacak çok şeyleri var.Her ziyaret ettiğimiz kazıda biz bunu gördük ve yaşadık. Bu satırlara küçük alıntılar yapmaya özen gösterdik, onların emeğini onların anlatımından dinlemenin çok daha heyecan verici olacağını değerlendirip, bu emeğin büyüsünü bozma hakkımız yok diye düşündük. Bu satırları kaleme alırken kazılardaki zoru başaranları ve orada yokluklar ile yazılan destanımsı başarıları sizlere aktarmak olabilirdi en fazla görevimiz.
Adada yapılan kazıda diğer alanlardan çok daha fazla mahrumiyet vardı. Ulaşım sınırlı adada malum isteyen istendiği saatte araç bulamıyor, bu da maliyetleri artıyor dolayısı ile (yalnız maddi değil manevi anlamda da) ama Halime hoca gerçek bir kahraman gibi, adeta yoklukları yok ile yenmeyi bilen biri. Adanın tüm kurumları ile ilişki kurmuş, ama sonunda her bir kurumun bütçesi ve imkanları da sınırlı bununda bilincinde. Belediye başkanın yardımlarından söz etti, Kaymakamın kazıya olan ilgisini, adada yer alan askeri birlikteki komutanların yardımlarını anlattı. Ama bunca kurum içinde sanmayın ki sonsuz imkanlar kazı alanında, istirahat ve çalışma mekanı bir okul sırası, üstelik üstünde bir tente dahi yok. Kazı evi adanın bir ucunda iskelede, şu anda kullanılmayan bir kamu kuruluşunun terk edilmiş lojmanı. Çalışma masaları, sandalyeleri, Ankara’da bazı bürokratların kullanım süresi dolmuş makam masaları, koltukları. Hurdalığa giderken ikili ilişkiler ile belge karşılığı alınmış hurda malzemeler. Ama hepsi kullanılıyor ve gençler ile Halime Hoca için Hilton oteli döşemesi kadar kıymetli bunlar. Çalışma disiplinini anlatmak için aklımıza gelen hiç bir övücü sözcüğü yeterli değil, gerçekten. Bu zor şartlarda, bilimsel konularda tek taviz yok. Her alanda çok büyük bir özveri hissediyorsunuz gezerken. Birçok büyük müzenin restorasyon ve konservasyon atölye yada laboratuarından çok daha iyi çalışıyor ekibin konservatörü. Tüm gençlere ve hocaya teşekkür etmekten öteye elimizden bir şey gelmiyor. Hele hocanın adada bir müze hayali gerçekleşmesi hiçte zor değil. Yeter ki kazı alanlarında çalışan bu insanların çabalarını bürokratlar bir an önce görüp hissederek bir adım atsınlar, yeter. Ada da böyle bir müzenin kültür hayatımıza çok şey kazandıracağı kesin, en az bunun kadar kesin olan diğer bir konuda ada turizmine katkısı. Bu seneki buluşmanın konusu kent ve yönetim, yönetmek emeklerin değerlendirilmesi ve organizasyonu değilmidir?
Bir iki saatte döneriz, dediğimiz adadan nerde ise gün batıyordu dönüşe geçtiğimizde. Her şey için teşekkür edip Yalı handa buluşmak dileği ile kazı ekibinden ve ada dan ayrıldık. Gelibolu yarım adasına yanaşırken bu topraklarda, evinin, barkının namusu ve bağımsızlık tutkusu için canlarını veren, bugün bu topraklarda dostluk türküleri söylenmesini sağlayan kahramanlar geldi aklımıza. Yokluk başarı için engel değildi bu topraklarda , minnet ve şükranla andık onları. Feribot kıyıya yaklaştıkça bir şey daha dikkatimizi çekti, yemyeşil bir alandı karşımızda Gelibolu. 1915’ in makilik ve kıraç olan arazisi, kendinden olmayan bir bitki örtüsüne bürünmüştü son yıllarda. İğne yapraklı çam ağaçları savaşın yıkımını sarmış sarmalamış, kapatmıştı. Bu yarım adada canlarını veren gençlerin acıları ve katlandıkları zorluklar, gün be gün yerini mesire alanına dönüşen mekanlara bırakıyordu. Burası, savaşın kara yüzünün tüm dünyaya şamar olduğu bölge. Savaşın yıkımında, barışın büyüsünün vurgulanacağı topraklar… Ne diyelim? Savaş, tarih kitaplarında ve söylemlerde yaşarsa birileri mutlu oluyor her halde. Binlerce can bedeli, özgürlük ve barış …
Yalı han da yapılacak arkeoloji buluşması yalnız kazı alanları ile sınırlı değil bu yıl. Yüzey araştırması olarak adlandırılan bir araştırma yöntemi ile çalışan hocalarımızın çalışmaları da yer alıyor. Yüzey araştırması, kazı yapılmadan toprak üstünde duran, çoğumuzun bakıp ta görmediği verilerin tespiti. Bir temel izi, tarla kenarına itilmiş bir mermer parçası, bazen önünden geçip, içinde yaşadığımız ama hiçbir bilim adamı tarafından değerlendirilmemiş bir yapı. İlginç bilgiler olacak bu konuda da. Buluşmada bir onur konuğumuz da var, bölgemiz dışından. Ayrıca Arkeoloji dünyasının çalışmalarını yayınlayan, arkeoloji ve sanat dünyası ile ilgilileri buluşturan bir konuğumuz daha var. Bu buluşmanın zenginliği sizlerin katılımı ile anlam bulacak unutmayın! bu kadar yoğun ve yorucu emek arasında kıymetli zamanlarını bizlere ayıran ve bilgi paylaşıldıkça büyür ilkesi ile geniş kitleler ile bilgilerini paylaşan hocalarımız.. Bundan sonrası sizin elinizde, her şeyin paraya tahvil edildiği bu devirde bedava bilgiye buyur ediyoruz sizleri… şimdilik hoşça kalın.
Cevat İNCE
Sanat Tarihçi
23 Ağustos 2007 Perşembe
Yolda olmak , yolcu olmak çok heyecanlı…
Arkeoloji buluşması için geçen salı başlanan “hoş geldiniz” ziyaretlerine cuma (10.8.2007) günü devam ettik. Bugünkü yolculukta Levent Bey ve Şahabettin Hoca yoktu ama ekipte Hasan Turanlı yerini almıştı. Mimar Ali Bey’in aracı ile yola çıktık. Tabi ki araç kiminse direksiyon ondaydı. Bu yolculuk süresince de tabi ki sohbet arkeoloji ile başladı ama Şahabettin Bey’in yerini Hasan alınca doğa ve çevre sorunları es geçilmese de günlük yaşamın kendisi sohbetin merkezine oturdu. Bu yılki buluşmanın teması seçimdi ve yeni seçimden geçmiş bir Türkiye’de yaşıyorduk. Hasan araçta olunca tüm birikimini ve verileri objektif bir yaklaşım ile önümüze serdi. Bu arada ilk kazı alanına ulaşmıştık, Troia. Kapıda Rüstem Arslan karşıladı tüm içtenliği ile , bir kaç adım attığımızda hepimizin sessizliğinde gözlerimiz birini arar gibi idi. Henüz dudaklarımızın arasından ismi çıkmasa da aranan kişi belliydi, Osman Hoca. Troia’lı Manferd Osman Kofman,
Tanrılar gizlemek istedi toprak altında sırlarını
rüzgar örtmek istedi yer tanrısı ile ortak olup tüm öyküyü
ve hiç beklenmedik anda Akha ruhlu bir çapkın
harmanlayıp toprağı gizemin kapısını araladı
unutup bu toprağın gerçeğini yeni öyküler yazdı.
Ve bir gün beyaz hasır şapkalı bir yiğit çıka geldi,
Hektor ile el sıkışıp Troia’ya vatandaş oldu,
görünmeden İda da oturanlara.
Zerre zerre araladı toprağı,
sesiz,
sakin,
sabırla…..
topakta saklı tüm öyküleri okuyarak,
çıkardıkça açığa bu toprak altında gizlenmiş sırları,
telaşlandı tahta atlı işgalci Akhaların ruhları
ve örtmek için ayıplarını,
toprakta gizlenmiş tüm mızraklarını ve yaylarını
yeni yüzyılın Akhalarına kuşandırıp kustular öfkelerini…
Toprak ana Anadolu,
üzerinde sevgi ile gezen elerin sahibi Troia’lının yanında aldı yer,
salıverdi bağrından bir kaç harf yazılı mührünü
Troia’lı yiğide kalkan oldu toprak ananın sunduğu.
Tüm taaruzları başı dik karşıladı eğilmeden
her yiğit Troia’lı gibi…
Gönlü sevgi dolu, başı dikti tüm yaşamı
tekrar buluşmak üzere ayrılırken
bu topraklarda yeni kahramanlar ile buluşmaktı umudu.
Hocam biliyoruz ki her gün rutin beşte kazı alanına geliyor ve sonuna kadar izliyorsunuz yapılanları.
Yeni kazı başkanı Prof. Dr. Pernıcka karşıladı az sonra bizleri sevecen bakışlar ile heyecanlı. Zordu işi, bir efsanenin ardından. O’nun kaldığı yerden devam etmek. Davetimizi memnunluk ile karşıladı, Troia Müzesi dedi ayrılmak üzere iken Osman hocanın en büyük hayali, belki de vasiyeti Troia Müzesi. Yeni kabine kurulacak bu günlerde, hepimizin umudu Troia Müzesi’ne çözüm üretmeleri, Hasan’ın deyimi ile Hoca en az beş bakan eskitmiş ve hepsinden söz almıştı… Yeni bakan söz mü verecek yoksa düşü gerçek mi kılacak? İzin istedik ayrıldık, uğranacak yer çok dedik.
Tarlaların arasında bir grup, güneşe düşmeden yol almak için var gücü ile çalışırken merhaba dedik. Aleksandria Troas Kazı çalışanları idi selamlaştıklarımız, hocaları Prof Dr. Scwertheım kısa bir iş için alandan ayrılmıştı, asistanları kazı alanına buyur etti bizi. Anlatırken bu yıl yaptıklarını çok heyecanlıydılar, bu sene buluşmada anlatacak çok şeyleri var gibi değerlendirdik biz bu kısa sohbeti, yol uzun dedik ayrıldık kolay gelsin dileklerimiz ile, Hocalarına saygı ve selamlarımızı bırakarak. Yol gerçekten çok uzundu, uzundu ya. Yolda önce bir sincaba rastladık, bir süre yol boyu koşturdu bizimle, bir şey mi söylemek istiyordu… anlamadık. Birazdan bir kirpi yolumuzu kesti, hiç acelesi de yoktu biz insanlar gibi, sakin sakin karşıdan karşıya geçme çabası içinde. Hayra yorduk, anlam çıkarmak için gayret göstermedik. İki leylek direk üstüne kondurdukları yuvalarından bizi mi selamladılar, bilinmez. Başlarını sallayarak bakıyorlardı yalnız bize. “Bu yıl seyahatimiz çok olurdu havada görseydik leylekleri” dedim ama uçmuyorlardı. Hasan ekledi “bir yere gitmek ya da varmak değil ama yolda olmak , yolcu olmak çok heyecanlandırıyor beni”. Yolcu olmak ve de yolda olmak bugün gerçekten ne de farklıydı. Hasanın sözü ile düşündüm bir an yıllar yıllar öncesini, bir seyyah ya da tüccar bugün bizim başladığımız noktadan Abidos’tan ( Esenler mahallesinden) başlayıp bu yolu kaç günde tamamlardı. Bu yolda karşılaştığımız sincabın ya da kirpinin kaç göbek öncesi ile selamlaşıp dertleşirdi. Başka kimlere rastlardı yolda, kaç vahşi hayvan pususunu sezerdi metreler öncesinden.
Derken yeni bir yerleşke içine girdi ve Apollon Smintheion Kazı Evi yazılı tabela önünde durdu aracımız. İçeri buyur ettiler. Coşkun Hoca karşıladı tüm sevecenliği ile, kucaklaştı, uzun süredir görmediği dostları görmenin mutluluğundan söz ederek onurlandırdı ekibimizi. Bir duayenin dostluğu özeldi hepimiz için, kazı alanı unutuldu bir anda. Zaten güneşte yükselmişti ya tepeye, biz ancak inebilmişken alana kazı ekibi öğlen paydosunu vermişti bile, tüm koşturmamıza rağmen yetişemedik onlara. Ege’den söz açıldı, iki yakaya gönderilenlerden, gelenlerden konuşuldu. Gelenler, gidenler; yeni “öz yurtlarında” karşının çocukları olarak kalmıştı hep, ne alıştıkları gibi yaşayabilmiş ne de yeni yaşama bir şeyler katabilmişlerdi. Hep onlar karşı kıyının çocukları olarak kalmıştı ve iki kıyının hikayeleri, tarihi yeniden ortak olarak yazılamaz mıydı ( ? ) evrensel değerler ile, bu minvalde gelişti konuşmalarımız kahve ikramı ile. Saatte, akrep ile yelkovan ne de seviyordu bir birini sürat ile kovalamayı sohbetlerin koyulaştığı anlarda. Müsaade istedik elbet zamana yenik düşerek, tekrar selam aldık selam verdik ayrılıp kazı evinden düştük yola, Çanakkale’de buluşmak dileği ile.
Son durağımız, gün batımı görüntüleri ile ünlü Assos’a.Taş evler arasından sıyrılıp Assos kazı evine de vardığımızda beş çayına kapı komşusunu bekleyen yüzler karşıladı bizi. Selamlaştık, dostluk ile kucak dolusu ama hüzün burada da bizle birlikte idi bu gün… Bir başka büyük kaybımızı aradı gözlerimiz. Ümit hocayı ararken, ya anfi tiyatroda ya da tapınak da beton dökerken hayal etmek hepimizin kaçamağı oldu, gerçekten kaçmak için. Ege sularına dalarken bakışlarımız Koca Çınar’ın gölgesinde hissetmek istedik kendimizi. Yokluklar içinde kazı yapmak, teknolojiyi satın alamazsa yaratıcı düşünceye de engel değildi ya yokluk O’ndan örgendik. Hava fotoğrafı için uçak kiralayamayınca, uydudan ise hizmet almak eldeki bütçe ile mümkün olmayınca, çocukluk yıllarında gökyüzünü süsleyen uçurtmalardan yapıp fotoğraf makinesini de bağlıyarak bu uçurtmaya, çektiği fotoğraflar… Hocam oradan uçurtmanın uçtuğu noktadan bizi izliyorsanız bilin ki unutmadık ve unutmayacağız sizi.
Bir çınarın bıraktığı bayrağı alan genç hocalarımızdan Nurretin Hoca, uzun soluklu, engelli bayrak koşusuna başladığının ve teslim aldığı bayrağın farkında idi. Nurrettin Hoca, aldığı bayrağı bir gün bir genç arkeologa bırakmadan önce çıkarabildiği kadar zirveye çıkarma azmi ile çalışıyordu. Bölgenin pazarı olduğundan işçiler izinli idi bugün ama O bizi kazı evinde ağırlarken bir yandan da hala planlar yapıyordu. Ziyaretçiler için gezi güzergahları, seramik atölyesinde Assos’a ait objelerden imitasyonlar üreterek kazıya gelir sağlarken Assos’u da tanıtmak isteği ilginçti. Tabi ki sponsor ihtiyacını dile getiriliyordu ama hazır balığı yemek yerine, balık tutmayı deniyordu.
Burada da zaman ne çabuk geçti bilemiyoruz, ayrılırken kazı evinden Assos ile ilgili bu yıl çok yeni öyküler dinleyeceğimizden emindik. Herkese teşekkür ederek yola koyulduğumuzda, Hasan ilginç bir anısını paylaştı bizimle, çok uzun bir geçmişten değil 80’li yılardan söz ederek, “Fransa’da tanıştığı bayan arkadaşından Assos’u öğrendiğinde bir Çanakkaleli olarak ne kadar utandığını anlattı . Assos’u şimdi hemen hemen herkes tanıyor gün batımında tapınaktan çekilmiş fotoğrafı ile ama Assos yalnız bu mu ? Arkeoloji buluşmasına mutlak uğrayın, Assos ile ilgili çok şey öğreneceksiniz bu yıl eminim.
Teşekkürler şimdiden ana kıtada kazı yapan tüm hocalarımıza. Önümüzdeki hafta birlik te Gökçeada’dayız, inanın orada da çok kahraman arkeologlar var…
Arkeoloji buluşması için geçen salı başlanan “hoş geldiniz” ziyaretlerine cuma (10.8.2007) günü devam ettik. Bugünkü yolculukta Levent Bey ve Şahabettin Hoca yoktu ama ekipte Hasan Turanlı yerini almıştı. Mimar Ali Bey’in aracı ile yola çıktık. Tabi ki araç kiminse direksiyon ondaydı. Bu yolculuk süresince de tabi ki sohbet arkeoloji ile başladı ama Şahabettin Bey’in yerini Hasan alınca doğa ve çevre sorunları es geçilmese de günlük yaşamın kendisi sohbetin merkezine oturdu. Bu yılki buluşmanın teması seçimdi ve yeni seçimden geçmiş bir Türkiye’de yaşıyorduk. Hasan araçta olunca tüm birikimini ve verileri objektif bir yaklaşım ile önümüze serdi. Bu arada ilk kazı alanına ulaşmıştık, Troia. Kapıda Rüstem Arslan karşıladı tüm içtenliği ile , bir kaç adım attığımızda hepimizin sessizliğinde gözlerimiz birini arar gibi idi. Henüz dudaklarımızın arasından ismi çıkmasa da aranan kişi belliydi, Osman Hoca. Troia’lı Manferd Osman Kofman,
Tanrılar gizlemek istedi toprak altında sırlarını
rüzgar örtmek istedi yer tanrısı ile ortak olup tüm öyküyü
ve hiç beklenmedik anda Akha ruhlu bir çapkın
harmanlayıp toprağı gizemin kapısını araladı
unutup bu toprağın gerçeğini yeni öyküler yazdı.
Ve bir gün beyaz hasır şapkalı bir yiğit çıka geldi,
Hektor ile el sıkışıp Troia’ya vatandaş oldu,
görünmeden İda da oturanlara.
Zerre zerre araladı toprağı,
sesiz,
sakin,
sabırla…..
topakta saklı tüm öyküleri okuyarak,
çıkardıkça açığa bu toprak altında gizlenmiş sırları,
telaşlandı tahta atlı işgalci Akhaların ruhları
ve örtmek için ayıplarını,
toprakta gizlenmiş tüm mızraklarını ve yaylarını
yeni yüzyılın Akhalarına kuşandırıp kustular öfkelerini…
Toprak ana Anadolu,
üzerinde sevgi ile gezen elerin sahibi Troia’lının yanında aldı yer,
salıverdi bağrından bir kaç harf yazılı mührünü
Troia’lı yiğide kalkan oldu toprak ananın sunduğu.
Tüm taaruzları başı dik karşıladı eğilmeden
her yiğit Troia’lı gibi…
Gönlü sevgi dolu, başı dikti tüm yaşamı
tekrar buluşmak üzere ayrılırken
bu topraklarda yeni kahramanlar ile buluşmaktı umudu.
Hocam biliyoruz ki her gün rutin beşte kazı alanına geliyor ve sonuna kadar izliyorsunuz yapılanları.
Yeni kazı başkanı Prof. Dr. Pernıcka karşıladı az sonra bizleri sevecen bakışlar ile heyecanlı. Zordu işi, bir efsanenin ardından. O’nun kaldığı yerden devam etmek. Davetimizi memnunluk ile karşıladı, Troia Müzesi dedi ayrılmak üzere iken Osman hocanın en büyük hayali, belki de vasiyeti Troia Müzesi. Yeni kabine kurulacak bu günlerde, hepimizin umudu Troia Müzesi’ne çözüm üretmeleri, Hasan’ın deyimi ile Hoca en az beş bakan eskitmiş ve hepsinden söz almıştı… Yeni bakan söz mü verecek yoksa düşü gerçek mi kılacak? İzin istedik ayrıldık, uğranacak yer çok dedik.
Tarlaların arasında bir grup, güneşe düşmeden yol almak için var gücü ile çalışırken merhaba dedik. Aleksandria Troas Kazı çalışanları idi selamlaştıklarımız, hocaları Prof Dr. Scwertheım kısa bir iş için alandan ayrılmıştı, asistanları kazı alanına buyur etti bizi. Anlatırken bu yıl yaptıklarını çok heyecanlıydılar, bu sene buluşmada anlatacak çok şeyleri var gibi değerlendirdik biz bu kısa sohbeti, yol uzun dedik ayrıldık kolay gelsin dileklerimiz ile, Hocalarına saygı ve selamlarımızı bırakarak. Yol gerçekten çok uzundu, uzundu ya. Yolda önce bir sincaba rastladık, bir süre yol boyu koşturdu bizimle, bir şey mi söylemek istiyordu… anlamadık. Birazdan bir kirpi yolumuzu kesti, hiç acelesi de yoktu biz insanlar gibi, sakin sakin karşıdan karşıya geçme çabası içinde. Hayra yorduk, anlam çıkarmak için gayret göstermedik. İki leylek direk üstüne kondurdukları yuvalarından bizi mi selamladılar, bilinmez. Başlarını sallayarak bakıyorlardı yalnız bize. “Bu yıl seyahatimiz çok olurdu havada görseydik leylekleri” dedim ama uçmuyorlardı. Hasan ekledi “bir yere gitmek ya da varmak değil ama yolda olmak , yolcu olmak çok heyecanlandırıyor beni”. Yolcu olmak ve de yolda olmak bugün gerçekten ne de farklıydı. Hasanın sözü ile düşündüm bir an yıllar yıllar öncesini, bir seyyah ya da tüccar bugün bizim başladığımız noktadan Abidos’tan ( Esenler mahallesinden) başlayıp bu yolu kaç günde tamamlardı. Bu yolda karşılaştığımız sincabın ya da kirpinin kaç göbek öncesi ile selamlaşıp dertleşirdi. Başka kimlere rastlardı yolda, kaç vahşi hayvan pususunu sezerdi metreler öncesinden.
Derken yeni bir yerleşke içine girdi ve Apollon Smintheion Kazı Evi yazılı tabela önünde durdu aracımız. İçeri buyur ettiler. Coşkun Hoca karşıladı tüm sevecenliği ile, kucaklaştı, uzun süredir görmediği dostları görmenin mutluluğundan söz ederek onurlandırdı ekibimizi. Bir duayenin dostluğu özeldi hepimiz için, kazı alanı unutuldu bir anda. Zaten güneşte yükselmişti ya tepeye, biz ancak inebilmişken alana kazı ekibi öğlen paydosunu vermişti bile, tüm koşturmamıza rağmen yetişemedik onlara. Ege’den söz açıldı, iki yakaya gönderilenlerden, gelenlerden konuşuldu. Gelenler, gidenler; yeni “öz yurtlarında” karşının çocukları olarak kalmıştı hep, ne alıştıkları gibi yaşayabilmiş ne de yeni yaşama bir şeyler katabilmişlerdi. Hep onlar karşı kıyının çocukları olarak kalmıştı ve iki kıyının hikayeleri, tarihi yeniden ortak olarak yazılamaz mıydı ( ? ) evrensel değerler ile, bu minvalde gelişti konuşmalarımız kahve ikramı ile. Saatte, akrep ile yelkovan ne de seviyordu bir birini sürat ile kovalamayı sohbetlerin koyulaştığı anlarda. Müsaade istedik elbet zamana yenik düşerek, tekrar selam aldık selam verdik ayrılıp kazı evinden düştük yola, Çanakkale’de buluşmak dileği ile.
Son durağımız, gün batımı görüntüleri ile ünlü Assos’a.Taş evler arasından sıyrılıp Assos kazı evine de vardığımızda beş çayına kapı komşusunu bekleyen yüzler karşıladı bizi. Selamlaştık, dostluk ile kucak dolusu ama hüzün burada da bizle birlikte idi bu gün… Bir başka büyük kaybımızı aradı gözlerimiz. Ümit hocayı ararken, ya anfi tiyatroda ya da tapınak da beton dökerken hayal etmek hepimizin kaçamağı oldu, gerçekten kaçmak için. Ege sularına dalarken bakışlarımız Koca Çınar’ın gölgesinde hissetmek istedik kendimizi. Yokluklar içinde kazı yapmak, teknolojiyi satın alamazsa yaratıcı düşünceye de engel değildi ya yokluk O’ndan örgendik. Hava fotoğrafı için uçak kiralayamayınca, uydudan ise hizmet almak eldeki bütçe ile mümkün olmayınca, çocukluk yıllarında gökyüzünü süsleyen uçurtmalardan yapıp fotoğraf makinesini de bağlıyarak bu uçurtmaya, çektiği fotoğraflar… Hocam oradan uçurtmanın uçtuğu noktadan bizi izliyorsanız bilin ki unutmadık ve unutmayacağız sizi.
Bir çınarın bıraktığı bayrağı alan genç hocalarımızdan Nurretin Hoca, uzun soluklu, engelli bayrak koşusuna başladığının ve teslim aldığı bayrağın farkında idi. Nurrettin Hoca, aldığı bayrağı bir gün bir genç arkeologa bırakmadan önce çıkarabildiği kadar zirveye çıkarma azmi ile çalışıyordu. Bölgenin pazarı olduğundan işçiler izinli idi bugün ama O bizi kazı evinde ağırlarken bir yandan da hala planlar yapıyordu. Ziyaretçiler için gezi güzergahları, seramik atölyesinde Assos’a ait objelerden imitasyonlar üreterek kazıya gelir sağlarken Assos’u da tanıtmak isteği ilginçti. Tabi ki sponsor ihtiyacını dile getiriliyordu ama hazır balığı yemek yerine, balık tutmayı deniyordu.
Burada da zaman ne çabuk geçti bilemiyoruz, ayrılırken kazı evinden Assos ile ilgili bu yıl çok yeni öyküler dinleyeceğimizden emindik. Herkese teşekkür ederek yola koyulduğumuzda, Hasan ilginç bir anısını paylaştı bizimle, çok uzun bir geçmişten değil 80’li yılardan söz ederek, “Fransa’da tanıştığı bayan arkadaşından Assos’u öğrendiğinde bir Çanakkaleli olarak ne kadar utandığını anlattı . Assos’u şimdi hemen hemen herkes tanıyor gün batımında tapınaktan çekilmiş fotoğrafı ile ama Assos yalnız bu mu ? Arkeoloji buluşmasına mutlak uğrayın, Assos ile ilgili çok şey öğreneceksiniz bu yıl eminim.
Teşekkürler şimdiden ana kıtada kazı yapan tüm hocalarımıza. Önümüzdeki hafta birlik te Gökçeada’dayız, inanın orada da çok kahraman arkeologlar var…
15 Ağustos 2007 Çarşamba
Kemer Köyü ( PARİON ) 14 km.
Çanakkale Bilim Sanat ve Kültür Etkinlikleri Derneği ( ÇABİSAK ) koordinesinde, Çanakkale Valiliği Kültür Müdürlüğü, Çanakkale Belediyesi, 18 Mart Üniversitesi, Troia Dostları ve Çanakkale sivil insiyatifi gibi geniş bir yelpazede resmi ve sivil toplum kurum ve birlikteliklerin ortaklığında duyuruların da afişe edilmemesine rağmen gelenekselleşen ve her yıl Eylül ayı ilk haftasında düzenlenen “Çanakkale –Troas Arkeoloji Buluşma”larının beşincisi, geçen sene yaşanan ya da yaşanamayan arkeoloji buluşmasından edinilen tecrübe ile hazırlandı. 3 Eylül pazartesi günü başlayacak.
Bu buluşma, dünyada başkaca bir eşi olmayan arkeoloji alanındaki tek buluşma ve bu özelliğini bu gün itibari ile korumaya devam ediyor. Bu özel durumu yaratan şey “Ne?” derseniz; bölgede çalışan kazı ekiplerinin her yıl yoğun emek ve sabırla tamamladıkları çalışmalarını sıcağı sıcağına yöre halkı ile paylaşmaları. Hem de o hepimizin antik bir kentten söz ederken ya da başka bir ifade ile çoğumuzun yanından geçerken taş toprak yığını değerlendirmemize nazire olarak konu ile hiç ilgisi olmayan birinin dahi kullandığı dil ile anlatıyorlar tüm yaptıklarını. Bu da yetmiyor, bunca yoğun işleri arasında buluşma için belirlenmiş tema üzerinden, çalıştıkları kenti bizimle paylaşıyorlar. İşte her yıl bölgemize gelip bizim sıcaklardan dert yandığımız günlerde güneş altında büyük bir sabırla çalışan bu ekiplere bizim yaptığımız tek şey ise yalnızca bir” hoş geldiniz ve de teşekkür ederiz” demek.
Bu yılki hoş geldiniz ziyaretlerine, Salı günü Parion Antik Kentin’de çalışan Ankara Üniversitesinden Prof. Dr. Cevat Başaran ve ekibini ziyaret ederek başladık. Sabahın erken saatlerinde Emekli Öğretmen Şahabettin Kalfa, Diş Hekimi Levent Bingöl, Mimar Ali Hacıalioğlu ile buluşarak yola koyulduk.
Yolculuk yaptığımız araç Şahabettin hocanındı, aracı da kendi kullanıyordu. Çevre, tarih, kent söz konusu olduğunda kentte tek akla gelen, engin bilgisini gönüllülük çerçevesinde her ortamda paylaşan Hoca ile birlikte yola çıkınca, konu konuyu açtı küresel ısınmadan antik dönem hikayelerine geniş bir yelpazede sohbet hızla gelişti, birden sağ tarafımızda Karayollarının kahverengi zemin üzerine beyaz harfler ile “Kemer köyü (Parion)14 km” yazılı yön tabelasını geçtigimizi son anda fark ettik. ” Allah’tan araçlara geri vites koymuşlar” esprisi ile geri gelerek, aracımızı okun gösterdiği istikamete yönlendirdik. Bu tabeladan sonra, yolda çalı çırpı ağaç aralarında kalmış yalnızca “Kemer köyü” yazılı bir dosya kağıdından biraz büyücek yol tabelaları sayesinde geri vitesin yapılış sebebini sık sık yad ederek köye ulaştık.
Köyün içinde okulun önünde durduk, açık olduğu günlerde cıvıl cıvıl çocuk sesleri ile dolu olan okul, yazın sessizliği yaşıyordu ama bir çok okuldan çok daha şanslı idi. Okulda yaz günü de yaşam devam ediyordu. Bahçesinde masalar kurulmuş, bina giriş kapısına bilgi sayardan alınmış çıktı ile oluşturulmuş tabelada “ PARİON 2007 “ yazıyordu. Kış aylarında çocukların eğitim aldığı okul yaz günlerinde de başka bir eğitim ve kültür hizmetine ev sahipliği yapıyordu. Bahçesine yöneldiğimizde, daha sonra kazı ekibindeki arkeoloji öğrencilerinden olduğunu öğrendiğimiz güler yüzlü iki genç karşıladı bizleri. Hocaları kazı alanındaydı, haberleştik, buluştuk Cevat hoca ile. O da aynı güler yüz ile karşıladı bizleri, sabah erken saatlerde araziye çıkıp çok sıcaklara kalmadan yol almaya çalıştıklarını ifade etti. Antik kentin dört ayrı noktasında çalışıyorlardı bu sene, bunca yoğun çalışma arasında bize eşlik ederek kazı alanını gezdirdi.
Gezimize geçen yıl başlanan ve bu yıl da çalışmalara devam edilen Kentin Akropolündeki (Yönetim ve ticaret mekanlarının olduğu günümüz kent merkezi ) yamaçta kurulu Anfi tiyatro idi. Buradaki çalışmalarda bir tane gümüş Bizans-Katalan sikkesi (parası) bulmuşlar. Bu sikkeden hareketle zamanda yolculuk başladı. Bu sikke ile birlikte ortaya çıkan ya da hiç kaybolmamış toprak üstü izler birleştirildi. Yaklaşık MS.1390 -1395 yıllarına tarihlenen bu sikke ile kazının sürdüğü antik Roma tiyatrosunun bu tarihe (MS.1390 -1395 ) kadar sağlam olarak ayakta olduğu, ancak bu dönemde Avrupa’ya geçen ve boğazlarda üstünlük kurma girişimleri içinde olan Osmanlının akınlarından ( özellikle denizden gelen ) korunmak ve kenti korumak amacı ile Bizans‘ın Sahil tarafından şehri kapatmak için sur oluşturduğunu ögrendik. Bu iş için anfi tiyatro da dahil akropoldeki bir çok yapının sütun, sütun tanburları gibi hazır birçok mimari parçaların sökülerek kullanıldığını gördük. Tiyatronun aşağısında Bizans döneminde inşa edilen sur duvarlarının dışında kalan arazide yapılan ikinci çalışma bölgesinde ise henüz kimliği tam olarak tanımlanamamış bir yapı üzerinde çalışıyorlardı. Ama elde edilen mevcut belirtilerde yapı için kesin tanım yapmadılar ama yavaş yavaş ekipte bir fikrin oluşmaya başladığı belli oluyordu. Zemini mermer plakalar ile kaplı yapının duvarları sıvalı idi ve ekip büyük bir umutla renkli sıvada freskler bulmayı bekliyorlardı. Atık su kanalları da görülen yapının Roma dönemine ait villa ya da ev olabileceği değerlendiriliyordu. Henüz ulaşılan verilerin kesin değerlendirme içinde yeterli görmedikleri ve bir bilim insanı hassasiyeti içinde oldukları belliydi.
Bu alandan kentin ölüler şehrine (Nekropolüne) geçtik. 2005 yılında çok zengin buluntular veren bu çalışma alanı hem tarihe tuttuğu ışık ile hem de kazılarının başlaması ile ilgili ilginç hikayeler barındırıyordu.
Burası Kemer köyünün ortak malı ve 2004 yılında bugün kullanılan okulun kapasitesi yeterli görülmeyerek bu alanda bir okul yapılmasına karar veriliyor, projeleri hazırlanıyor ve okul için temel çalışmalarına başlandığında mermer lahitlere denk geliniyor. Olay Çanakkale arkeoloji müzesine bildiriliyor. Arkeoloji müzesindeki arkeologlar acilen bölgeye intikal edip kurtarma kazısı yaparak, çıkan buluntuları müzeye taşıyorlar. Alan kurtarma kazısı esnasında çıkan orijinal toprağı ile kapatılarak, okul yapım projesi durduruluyor. Bu süreç devam ederken1999 yılından bu tarafa bölgede yüzey araştırması yapan ve bugün de kazıları yürüten Atatürk Üniversitesi’nin Kültür ve Turizm Bakanlığı’na yaptığı kazı çalışma izni onaylanarak Atatürk Üniversitesi’nde görevli Prof. Dr. Cevat Başaran’ın başkanlığında Kültür ve Turizm Bakanlığı adına kazı yapma izni ve bütçesi veriliyor. Ve arkeoloji müzesi tarafından kurtarma kazısı yapılan Parion antik kentinde 2005 yılı itibarı ile bilimsel kazı süreci başlıyor. Başlıyor ya… Kemer köyü Muhtarı durdurulan okul projesinin peşine düşüyor ve Nekropolün bulunduğu bölgenin köy tüzel kişiliği ortak malı olduğu gerekçesi ile kazıların durdurulması için girişimde bulunuyor. Kazı riske giriyor, geçen yıl kazı bu risk altında sürdürülüyor. Kent’e ait bilgi veren birçok kıymetli malzemenin bulunduğu alan, antik kentin kültür tarihimize zengin bilgiler aktaran bölümü ve köyün ortak malı (? )
Kazı başkanı Cevat hoca sanki bunların hiçbiri yaşanmamış gibi büyük bir özveri ile ekibini motive ediyor, zaten kısa süren kazı mevsimini en iyi şekilde değerlendirme çabası ile tüm yoğunluğunu kazıya veriyor. Bu çalışma temposu içinde bize kent tarihi ile ilgili bilgiler aktarmaya da bir taraftan devam ediyor. Kentin isminin kaynağı ile ilgili olarak bir kaç öykü olduğunu, bunlardan birinin de Troya Kralı Priamos’un küçük oğlu Paris’ten geldiğini ve Paris’in burada eğitilmesinden dolayı da Paris’in şehri anlamına gelen “Parion” şeklinde kullanıldığını ifade ediyor. Antik kentin geçmişi hakkındaki en sağlıklı bilgilerin bir yazıttan öğrenildiğini, bu yazıtta kentte bir balıkçı esnaf birliği olduğunu, denizde çoğunlukla uskumru ve orkinos çıktığının yazdığını bize aktarıyor. Yine bu yazıttan Parion insanının geçimini, balıkçılığın yanı sıra, çok güzel üzüm bağları yetiştirerek de sağladığını öğreniyoruz. Antik çağda bölgede, Ainos’un sedefi, Abydos’un istiridyesi, Linon’un salyangozu ünlü olduğu gibi Parion’un da yengeci ünlüydü. Ayrıca her kimin Hellespont’a yolu düşse, pastasıyla da meşhur Parion’a mutlaka uğradığının ve tattığının kayıtlı olduğunu öğreniyoruz. Bu yazıt bize bir anlamda Kemer kentinin geleceği ile ilgili de ip uçları veriyor gibi. Antik dönemde bile turizmin öneminin biliniyor olduğunu görüyoruz ve kendi kendimize Kemerin bir on yıl sonrasını gözümüzde canlandırmaya çalışıyoruz. Geçmişten geleceğe bir yolculuk yaparak bu gün köyün küçük mendireğinde bağlı orta boy balıkçı teknelerinin tuttuğu balıklar ile kurulmuş sofralarda günün yorgunluğunu atan turistlerin antik dönemde olduğu gibi meşhur olmuş kemer pastaları ile yemeklerini bitirdiklerini hayal ediyoruz. Yemeğin ardından köydeki pansiyonlarda dinlendiklerini, Roma dönemi sütunların süslediği sahilinde denize girerek serinlediklerini hayal etmek, hatta hayal olmaktan öte ön görünün bunu tespit için çok da zor olmadığını, ülkemizin pek çok antik kentinin bundan bir on yıl öncesi Kemer’in pozisyonunda olup bu gün motel ve pansiyonlarında yer bulunmadığını pek çoğumuz biliyoruz. Bu hayaller arasında zamanın hızla geçtiğinin farkına varıp dördüncü çalışma bölgesine uğramadan ayrılmak istiyoruz. Her geçen dakikanın bizi ağırlayan ekip için çok önemli olduğunu biliyoruz ama bizi bir bardak olsun çay içmeden bırakmayacaklarını anlıyor ve davete icabet ederek kazı evi olarak kullanılan okula dönüyoruz.
Kazı evinde sabah bizi karşılayan gençler karşılıyor yine aynı güler yüz ile ve kısıtlı imkanlarını sonuna kadar kullanarak hazırladıkları ikramı zevk ile sunuyorlar. Bu arada Cevat hocaya dayanamayarak soruyorum, “alanda çalışan kızlı erkekli gurubun tamamı öğrenci galiba hocam?” Cevap çok net “evet hepsi öğrenci ve akademisyen arkadaşlar”, köyde ve yakın çevreden işçi bulamadıklarını bu nedenle de kazı alanında açmalardan çıkan toprağın da, kazı evinin temizliğinin de ekiptekiler tarafından ortak olarak yapıldığını ifade ediyorlar.
En az yürekleri kadar sıcak çaylarımızı içerken konu kazı bütçesine geliyor. Her şeyi Pollyana yaklaşımında çözen Hoca ilk defa dertleniyor ve kazıların daha uygun şartlar ile sürmesi ve arazinin ve çıkan yapıların ayağa kaldırılması için ciddi bütçeye ihtiyaç duyulduğunu ve sponsor arayışlarını dile getiriyor. Bu ülkede çeşitli iş sahalarında kazanç sağlayan varsılları ve şirketlerinin kültüre destekleri ile hem kendi tanıtımlarını yapacaklarını hem de ülkenin geleceğine yatırım yapacakları fikri ise hepimizin ortak kanısı olduğundayım. Hatta şahsi fikrim tüm şirketlerin vergi verme zorunluluğu gibi kültüre de yatırım zorunluluğu getirilmesi gerektiğine inanıyorum.
Ve sonunda başta kazı başkanı Prof. Dr. Cevat Başaran olmak üzere tüm ekibe başarılar dileyerek , bu seneki arkeoloji buluşmasında bizlere anlatacak çok şeyleri olması dileği ayrılıyoruz.
Kazı ekibinden ayrılıp dönüş yolculuğuna başladığımızda sahadaki arkeoloji öğrencilerini anımsayarak büyük bir özveri ile mesleklerine olan ilgilerinden, pırıl pırıl bakışlarından, gelecekte onları nelerin beklediğini konuşmaya başlıyoruz. Levent bey “ bu ülkede iki iş kolunun mensuplarının iş bulamamalarına şaşırıyorum” diyor ve ilave ediyor “bu kadar çok antik kalıntının olduğu ülkede işsiz kalan Arkeologlara ve de Psikologlara “ onaylanan sözcükler dudaklarımızdan çıkarken Kemer yoluna döndüğümüz ana yol kavşağına varıyoruz. Doğal olarak araç yavaşlıyor. Yolun karşısındaki Karayollarının kahve renkli zemin üzerine beyaz harfler ile yazılı Kemer köyü ( Parion )14 km yazılı yönlendirme tabelasına gözüm takılıyor. Tabelayı iki ayak taşıyor ve öndeki ayağı hafif bükülmüş, dolayısı ile ok her ne kadar Kemer yolunu gösterse de bir taraftan da toprağı işaret ediyor gibi . Sanki diye düşündüm, Parion’lular kendilerini savunmak için kentlerinin en kıymetli binalarının malzemeler ile sur kurdukları gibi bugünde ruhları tabelanın ayağını eğerek yer altında kalmış kentleri üzerine dikkatimizi mi çekiyorlar, ne dersiniz? Tabelanın ucunun yukarı kaldırılması çok kolay, yalnızca biraz daha bilinçli davranıp antik kentlerde çalışan ekiplere elimizden gelen desteği vermemiz yeter, yoksa tabelayı düzeltmek, kara yollarında çalışan bir arkadaşın on- on beş dakikasını alır.
Çanakkale’ye döndüğümüzde arkamızdan bir haber geldi. Kemer köyü muhtarı yine okul projesi uygulama alanı Nekropol mahalinin köyün ortak malı olduğu için kazıyı durdurtmuş….Ah Levent bey, ah!..
Cevat İNCE
Sanat Tarihçi
Çanakkale Bilim Sanat ve Kültür Etkinlikleri Derneği ( ÇABİSAK ) koordinesinde, Çanakkale Valiliği Kültür Müdürlüğü, Çanakkale Belediyesi, 18 Mart Üniversitesi, Troia Dostları ve Çanakkale sivil insiyatifi gibi geniş bir yelpazede resmi ve sivil toplum kurum ve birlikteliklerin ortaklığında duyuruların da afişe edilmemesine rağmen gelenekselleşen ve her yıl Eylül ayı ilk haftasında düzenlenen “Çanakkale –Troas Arkeoloji Buluşma”larının beşincisi, geçen sene yaşanan ya da yaşanamayan arkeoloji buluşmasından edinilen tecrübe ile hazırlandı. 3 Eylül pazartesi günü başlayacak.
Bu buluşma, dünyada başkaca bir eşi olmayan arkeoloji alanındaki tek buluşma ve bu özelliğini bu gün itibari ile korumaya devam ediyor. Bu özel durumu yaratan şey “Ne?” derseniz; bölgede çalışan kazı ekiplerinin her yıl yoğun emek ve sabırla tamamladıkları çalışmalarını sıcağı sıcağına yöre halkı ile paylaşmaları. Hem de o hepimizin antik bir kentten söz ederken ya da başka bir ifade ile çoğumuzun yanından geçerken taş toprak yığını değerlendirmemize nazire olarak konu ile hiç ilgisi olmayan birinin dahi kullandığı dil ile anlatıyorlar tüm yaptıklarını. Bu da yetmiyor, bunca yoğun işleri arasında buluşma için belirlenmiş tema üzerinden, çalıştıkları kenti bizimle paylaşıyorlar. İşte her yıl bölgemize gelip bizim sıcaklardan dert yandığımız günlerde güneş altında büyük bir sabırla çalışan bu ekiplere bizim yaptığımız tek şey ise yalnızca bir” hoş geldiniz ve de teşekkür ederiz” demek.
Bu yılki hoş geldiniz ziyaretlerine, Salı günü Parion Antik Kentin’de çalışan Ankara Üniversitesinden Prof. Dr. Cevat Başaran ve ekibini ziyaret ederek başladık. Sabahın erken saatlerinde Emekli Öğretmen Şahabettin Kalfa, Diş Hekimi Levent Bingöl, Mimar Ali Hacıalioğlu ile buluşarak yola koyulduk.
Yolculuk yaptığımız araç Şahabettin hocanındı, aracı da kendi kullanıyordu. Çevre, tarih, kent söz konusu olduğunda kentte tek akla gelen, engin bilgisini gönüllülük çerçevesinde her ortamda paylaşan Hoca ile birlikte yola çıkınca, konu konuyu açtı küresel ısınmadan antik dönem hikayelerine geniş bir yelpazede sohbet hızla gelişti, birden sağ tarafımızda Karayollarının kahverengi zemin üzerine beyaz harfler ile “Kemer köyü (Parion)14 km” yazılı yön tabelasını geçtigimizi son anda fark ettik. ” Allah’tan araçlara geri vites koymuşlar” esprisi ile geri gelerek, aracımızı okun gösterdiği istikamete yönlendirdik. Bu tabeladan sonra, yolda çalı çırpı ağaç aralarında kalmış yalnızca “Kemer köyü” yazılı bir dosya kağıdından biraz büyücek yol tabelaları sayesinde geri vitesin yapılış sebebini sık sık yad ederek köye ulaştık.
Köyün içinde okulun önünde durduk, açık olduğu günlerde cıvıl cıvıl çocuk sesleri ile dolu olan okul, yazın sessizliği yaşıyordu ama bir çok okuldan çok daha şanslı idi. Okulda yaz günü de yaşam devam ediyordu. Bahçesinde masalar kurulmuş, bina giriş kapısına bilgi sayardan alınmış çıktı ile oluşturulmuş tabelada “ PARİON 2007 “ yazıyordu. Kış aylarında çocukların eğitim aldığı okul yaz günlerinde de başka bir eğitim ve kültür hizmetine ev sahipliği yapıyordu. Bahçesine yöneldiğimizde, daha sonra kazı ekibindeki arkeoloji öğrencilerinden olduğunu öğrendiğimiz güler yüzlü iki genç karşıladı bizleri. Hocaları kazı alanındaydı, haberleştik, buluştuk Cevat hoca ile. O da aynı güler yüz ile karşıladı bizleri, sabah erken saatlerde araziye çıkıp çok sıcaklara kalmadan yol almaya çalıştıklarını ifade etti. Antik kentin dört ayrı noktasında çalışıyorlardı bu sene, bunca yoğun çalışma arasında bize eşlik ederek kazı alanını gezdirdi.
Gezimize geçen yıl başlanan ve bu yıl da çalışmalara devam edilen Kentin Akropolündeki (Yönetim ve ticaret mekanlarının olduğu günümüz kent merkezi ) yamaçta kurulu Anfi tiyatro idi. Buradaki çalışmalarda bir tane gümüş Bizans-Katalan sikkesi (parası) bulmuşlar. Bu sikkeden hareketle zamanda yolculuk başladı. Bu sikke ile birlikte ortaya çıkan ya da hiç kaybolmamış toprak üstü izler birleştirildi. Yaklaşık MS.1390 -1395 yıllarına tarihlenen bu sikke ile kazının sürdüğü antik Roma tiyatrosunun bu tarihe (MS.1390 -1395 ) kadar sağlam olarak ayakta olduğu, ancak bu dönemde Avrupa’ya geçen ve boğazlarda üstünlük kurma girişimleri içinde olan Osmanlının akınlarından ( özellikle denizden gelen ) korunmak ve kenti korumak amacı ile Bizans‘ın Sahil tarafından şehri kapatmak için sur oluşturduğunu ögrendik. Bu iş için anfi tiyatro da dahil akropoldeki bir çok yapının sütun, sütun tanburları gibi hazır birçok mimari parçaların sökülerek kullanıldığını gördük. Tiyatronun aşağısında Bizans döneminde inşa edilen sur duvarlarının dışında kalan arazide yapılan ikinci çalışma bölgesinde ise henüz kimliği tam olarak tanımlanamamış bir yapı üzerinde çalışıyorlardı. Ama elde edilen mevcut belirtilerde yapı için kesin tanım yapmadılar ama yavaş yavaş ekipte bir fikrin oluşmaya başladığı belli oluyordu. Zemini mermer plakalar ile kaplı yapının duvarları sıvalı idi ve ekip büyük bir umutla renkli sıvada freskler bulmayı bekliyorlardı. Atık su kanalları da görülen yapının Roma dönemine ait villa ya da ev olabileceği değerlendiriliyordu. Henüz ulaşılan verilerin kesin değerlendirme içinde yeterli görmedikleri ve bir bilim insanı hassasiyeti içinde oldukları belliydi.
Bu alandan kentin ölüler şehrine (Nekropolüne) geçtik. 2005 yılında çok zengin buluntular veren bu çalışma alanı hem tarihe tuttuğu ışık ile hem de kazılarının başlaması ile ilgili ilginç hikayeler barındırıyordu.
Burası Kemer köyünün ortak malı ve 2004 yılında bugün kullanılan okulun kapasitesi yeterli görülmeyerek bu alanda bir okul yapılmasına karar veriliyor, projeleri hazırlanıyor ve okul için temel çalışmalarına başlandığında mermer lahitlere denk geliniyor. Olay Çanakkale arkeoloji müzesine bildiriliyor. Arkeoloji müzesindeki arkeologlar acilen bölgeye intikal edip kurtarma kazısı yaparak, çıkan buluntuları müzeye taşıyorlar. Alan kurtarma kazısı esnasında çıkan orijinal toprağı ile kapatılarak, okul yapım projesi durduruluyor. Bu süreç devam ederken1999 yılından bu tarafa bölgede yüzey araştırması yapan ve bugün de kazıları yürüten Atatürk Üniversitesi’nin Kültür ve Turizm Bakanlığı’na yaptığı kazı çalışma izni onaylanarak Atatürk Üniversitesi’nde görevli Prof. Dr. Cevat Başaran’ın başkanlığında Kültür ve Turizm Bakanlığı adına kazı yapma izni ve bütçesi veriliyor. Ve arkeoloji müzesi tarafından kurtarma kazısı yapılan Parion antik kentinde 2005 yılı itibarı ile bilimsel kazı süreci başlıyor. Başlıyor ya… Kemer köyü Muhtarı durdurulan okul projesinin peşine düşüyor ve Nekropolün bulunduğu bölgenin köy tüzel kişiliği ortak malı olduğu gerekçesi ile kazıların durdurulması için girişimde bulunuyor. Kazı riske giriyor, geçen yıl kazı bu risk altında sürdürülüyor. Kent’e ait bilgi veren birçok kıymetli malzemenin bulunduğu alan, antik kentin kültür tarihimize zengin bilgiler aktaran bölümü ve köyün ortak malı (? )
Kazı başkanı Cevat hoca sanki bunların hiçbiri yaşanmamış gibi büyük bir özveri ile ekibini motive ediyor, zaten kısa süren kazı mevsimini en iyi şekilde değerlendirme çabası ile tüm yoğunluğunu kazıya veriyor. Bu çalışma temposu içinde bize kent tarihi ile ilgili bilgiler aktarmaya da bir taraftan devam ediyor. Kentin isminin kaynağı ile ilgili olarak bir kaç öykü olduğunu, bunlardan birinin de Troya Kralı Priamos’un küçük oğlu Paris’ten geldiğini ve Paris’in burada eğitilmesinden dolayı da Paris’in şehri anlamına gelen “Parion” şeklinde kullanıldığını ifade ediyor. Antik kentin geçmişi hakkındaki en sağlıklı bilgilerin bir yazıttan öğrenildiğini, bu yazıtta kentte bir balıkçı esnaf birliği olduğunu, denizde çoğunlukla uskumru ve orkinos çıktığının yazdığını bize aktarıyor. Yine bu yazıttan Parion insanının geçimini, balıkçılığın yanı sıra, çok güzel üzüm bağları yetiştirerek de sağladığını öğreniyoruz. Antik çağda bölgede, Ainos’un sedefi, Abydos’un istiridyesi, Linon’un salyangozu ünlü olduğu gibi Parion’un da yengeci ünlüydü. Ayrıca her kimin Hellespont’a yolu düşse, pastasıyla da meşhur Parion’a mutlaka uğradığının ve tattığının kayıtlı olduğunu öğreniyoruz. Bu yazıt bize bir anlamda Kemer kentinin geleceği ile ilgili de ip uçları veriyor gibi. Antik dönemde bile turizmin öneminin biliniyor olduğunu görüyoruz ve kendi kendimize Kemerin bir on yıl sonrasını gözümüzde canlandırmaya çalışıyoruz. Geçmişten geleceğe bir yolculuk yaparak bu gün köyün küçük mendireğinde bağlı orta boy balıkçı teknelerinin tuttuğu balıklar ile kurulmuş sofralarda günün yorgunluğunu atan turistlerin antik dönemde olduğu gibi meşhur olmuş kemer pastaları ile yemeklerini bitirdiklerini hayal ediyoruz. Yemeğin ardından köydeki pansiyonlarda dinlendiklerini, Roma dönemi sütunların süslediği sahilinde denize girerek serinlediklerini hayal etmek, hatta hayal olmaktan öte ön görünün bunu tespit için çok da zor olmadığını, ülkemizin pek çok antik kentinin bundan bir on yıl öncesi Kemer’in pozisyonunda olup bu gün motel ve pansiyonlarında yer bulunmadığını pek çoğumuz biliyoruz. Bu hayaller arasında zamanın hızla geçtiğinin farkına varıp dördüncü çalışma bölgesine uğramadan ayrılmak istiyoruz. Her geçen dakikanın bizi ağırlayan ekip için çok önemli olduğunu biliyoruz ama bizi bir bardak olsun çay içmeden bırakmayacaklarını anlıyor ve davete icabet ederek kazı evi olarak kullanılan okula dönüyoruz.
Kazı evinde sabah bizi karşılayan gençler karşılıyor yine aynı güler yüz ile ve kısıtlı imkanlarını sonuna kadar kullanarak hazırladıkları ikramı zevk ile sunuyorlar. Bu arada Cevat hocaya dayanamayarak soruyorum, “alanda çalışan kızlı erkekli gurubun tamamı öğrenci galiba hocam?” Cevap çok net “evet hepsi öğrenci ve akademisyen arkadaşlar”, köyde ve yakın çevreden işçi bulamadıklarını bu nedenle de kazı alanında açmalardan çıkan toprağın da, kazı evinin temizliğinin de ekiptekiler tarafından ortak olarak yapıldığını ifade ediyorlar.
En az yürekleri kadar sıcak çaylarımızı içerken konu kazı bütçesine geliyor. Her şeyi Pollyana yaklaşımında çözen Hoca ilk defa dertleniyor ve kazıların daha uygun şartlar ile sürmesi ve arazinin ve çıkan yapıların ayağa kaldırılması için ciddi bütçeye ihtiyaç duyulduğunu ve sponsor arayışlarını dile getiriyor. Bu ülkede çeşitli iş sahalarında kazanç sağlayan varsılları ve şirketlerinin kültüre destekleri ile hem kendi tanıtımlarını yapacaklarını hem de ülkenin geleceğine yatırım yapacakları fikri ise hepimizin ortak kanısı olduğundayım. Hatta şahsi fikrim tüm şirketlerin vergi verme zorunluluğu gibi kültüre de yatırım zorunluluğu getirilmesi gerektiğine inanıyorum.
Ve sonunda başta kazı başkanı Prof. Dr. Cevat Başaran olmak üzere tüm ekibe başarılar dileyerek , bu seneki arkeoloji buluşmasında bizlere anlatacak çok şeyleri olması dileği ayrılıyoruz.
Kazı ekibinden ayrılıp dönüş yolculuğuna başladığımızda sahadaki arkeoloji öğrencilerini anımsayarak büyük bir özveri ile mesleklerine olan ilgilerinden, pırıl pırıl bakışlarından, gelecekte onları nelerin beklediğini konuşmaya başlıyoruz. Levent bey “ bu ülkede iki iş kolunun mensuplarının iş bulamamalarına şaşırıyorum” diyor ve ilave ediyor “bu kadar çok antik kalıntının olduğu ülkede işsiz kalan Arkeologlara ve de Psikologlara “ onaylanan sözcükler dudaklarımızdan çıkarken Kemer yoluna döndüğümüz ana yol kavşağına varıyoruz. Doğal olarak araç yavaşlıyor. Yolun karşısındaki Karayollarının kahve renkli zemin üzerine beyaz harfler ile yazılı Kemer köyü ( Parion )14 km yazılı yönlendirme tabelasına gözüm takılıyor. Tabelayı iki ayak taşıyor ve öndeki ayağı hafif bükülmüş, dolayısı ile ok her ne kadar Kemer yolunu gösterse de bir taraftan da toprağı işaret ediyor gibi . Sanki diye düşündüm, Parion’lular kendilerini savunmak için kentlerinin en kıymetli binalarının malzemeler ile sur kurdukları gibi bugünde ruhları tabelanın ayağını eğerek yer altında kalmış kentleri üzerine dikkatimizi mi çekiyorlar, ne dersiniz? Tabelanın ucunun yukarı kaldırılması çok kolay, yalnızca biraz daha bilinçli davranıp antik kentlerde çalışan ekiplere elimizden gelen desteği vermemiz yeter, yoksa tabelayı düzeltmek, kara yollarında çalışan bir arkadaşın on- on beş dakikasını alır.
Çanakkale’ye döndüğümüzde arkamızdan bir haber geldi. Kemer köyü muhtarı yine okul projesi uygulama alanı Nekropol mahalinin köyün ortak malı olduğu için kazıyı durdurtmuş….Ah Levent bey, ah!..
Cevat İNCE
Sanat Tarihçi
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)