BİR DÜŞÜNSEL ZENGİNLİK KAYNAĞI OLARAK ARKEOLOJİ:
Bazı Saptamalar ve Açılımlar
Bu toplantının kapanış konuşmasını yapmak benim için büyük bir mutluluk; bu sıradan söylenmiş bir söz değildir. Çünkü, arkeolojinin bilimsel yönü kadar, ortaya çıkartılan bilginin toplumla paylaşılması, topluma kazandırılması da aynı derecede önemlidir. Ülkemizde arkeoloji alanında her yıl birçok çalışma yapılmakta, bunların sonuçları geniş ölçüde bilim dünyası ile paylaşılmaktadır; bu her yıl birçok kentin, köyün, bölgenin geçmişine ışık tutan yeni bilgilerin ortaya çıktığı anlamına gelir. Bu bilgi, o bölgeye yabancı, uzaklardan gelen arkeologlar tarafından çıkartılmakta, buldukları da onları heyecanlandırmaktadır; ancak kazıların yapıldığı bölgelerdeki insanların ya bunlardan haberi bile olmamakta, ya da haberleri olsa bile ilgilerini çekmemektedir.
Geçmiş ile olan ilgimiz yalnızca tarih kitaplarında okuduklarımız, ya da gittiğimiz müzelerde gördüklerimiz ile sınırlı tutulursa, bu çok donuk, anlamsız ve dolayısı ile de sıkıcı bir durum haline gelir. Oysaki bir bölgenin geçmişi, o bölgenin ayrılmaz bir parçası, bütünleyicisidir; bunu “kültürel ortam” olarak tanımlamaktayız. Doğru bir açıdan bakıldığında geçmiş, en az bugün kadar renkli ve ilgi çekicidir. Bilim insanlarının ürettiği bilginin, çarpıltılmadan toplumun anlayacağı, özümseyebileceği farklı bir dile dönüşümü oldukça güç, zor bir anlatıdır; ancak bu başarıldığında yaşadığımız yer başka anlam kazanır, kimliğimizi zenginleştiren, başka yerlerde yaşayanlardan farkılı hissetmemizi sağlayan bir değere dönüşür. Bilimin ürettiği bilginin topluma aktarımı için sivil toplum örgütlerinin desteğine gerek vardır; ben çalıştığım birçok yerde, bazen kişisel, bazen de sivil toplum örgütleri kanalı ile topluma ulaşmak için çok uğraştığım hâlde, hiçbir yerde bunu tam olarak başaramadım. Bu bağlamda, sanırım ülkemizdeki en başarılı örnek, sizlerin burada Çanakkale’de, Yalı Hanı’nda gerçekleştirdiğinizdir; bu işin yapılabilir olduğunu Çanakkale’de gördüm, bu konuda konuştuğum her yerde de bu örneği verdim.
Yalı Hanı’na ilk geldiğim zaman, ne zaman geldiğimi hatırlamıyorum ama ilk geldiğimde, yeni birçok arkadaşla tanıştım; bunların arasında Fransa’da felsefe eğitimini bitirmiş Hasan Turhanlı, İsmail Erten gibi mimar ve daha birçok sanatçı arkadaş vardı. İlk aklıma gelen “Bunların hevesi çok yakında geçer, ya bir zaman sonra birbirlerini yerler, ya da mutlaka bu işten vazgeçmek için bir mazeret bulurlar” olmuştu. Daha sonraki gelişimde buradaki havadan çok etkilendim. Burası canlanmıştı. Daha sonra bir kere daha geldim. Burada gerçekten bir sivil toplum örgütünün ne olması gerekli olduğunun en güzel örneğini gördüm ve beni en çok duygulandıran da, bu toplantılar kadar, bu işe gönül veren arkadaşların birbirlerini yemeden, birbirlerini kıskanmadan, bunu bir kavga hâline getirmeden bu işi sürdürebilmeleri ve toplumla paylaşmaları oldu.
Buraya başka bir gelişimde, Bölge Koruma Kurulu üyesi olarak Yalı Hanı’ndaki arkadaşların isteği üzerine Çanakkale Belediye Meclisi’nin kent plan revizyonu ile ilgili toplantısına gözlemci olarak katılmıştık. İstenen kat indirimiydi, “Herhâlde toplantı sonunda bizi döverler” diye girdik toplantıya. Toplantıda meclisteki tüm üyelerin kat indirim kararını olumlu karşılaması inanılmaz bir olaydı. Yalnızca bu örnek bile, yaptığı işe inanan bir sivil toplum örgütünün çok güç olan bir konuyu halka anlatabilme becerisini gösterdiğini kanıtlamıştı. Bu başarı beni gerçekten çok etkilemişti ve daha sonraları ilişki kurduğum diğer bütün örgütlere bu örneği anlatmaya çalıştım.
Her ne kadar benden burada beklenen Troas Bölgesi’nde son bir yıl içinde yapılmış olan çalışmaların sonuçlarını toparlayan bir konuşma beklenmekte ise de, yukarıda söylediklerime değinmemezlik edemezdim. Burada bölgede yapılan çok sayıda araştırmayı tek tek sıralamaya, bunların ayrıntıları üzerinde durmaya gerek yoktur; değerli meslektaşlarım bunları çeşitli boyutlarıyla zaten anlattılar. Ben burada iki farklı konuya kısaca değinmek istiyorum: Bunların biri farklı bir açıdan Troas Bölgesi’nin önemine bakmak, diğeri ise arkeoloji bilimiyle toplum arasında bir ara yüz nasıl oluşturulabilir sorusunu irdelemektir.
KÜLTÜR TARİHİ AÇISINDAN TROAS BÖLGESİNE GENEL BİR BAKIŞ
Burada son beş gün içinde olduğu gibi, bundan önceki yıllarda yapılan toplantılarda da, birçok meslektaşım bu bölgede ortaya çıkardıkları bilgiyi ayrıntılı olarak anlatmışlardır. Ben hâlen Troas’da çalışmadığım için bu konular üzerinde durmayacağım. Her ne kadar çeyrek yüzyıl kadar öncelerinde bu bölgede, özellikle Çan, Biga, Yenice, Bayramiç, Gelibolu ve Eceabat’ta yüzey taraması yapmışsam da, hâlen çalışmalarımı Trakya’nın en uç noktasında, Kırklareli’nde sürdürmekteyim. Bu da bir anlamda uzaktan, ayrıntıların içine girmeden, bölgeye farklı bir açıdan bakmama olanak sağlamaktadır.
İlk olarak Çanakkale bölgesinin ya da Troas’ın ya da Çanakkale Boğazı’nın, ismini her ne koyarsanız koyun, önemi üzerinde durmak istiyorum. Burası genel kültür tarihi açısından baktığımızda farklı kültür coğrafyalarının bir temas noktasıdır. Bu bölgenin batısında, Anadolu’dan farklı parametreleri olan, deniz kıyısındaki yerleşmeleri, adalarıyla farklı bir kültür coğrafyası olan Ege dünyası vardır. Bu en eski dönemlerden itibaren farklı bir coğrafyadır. Doğuda ise, yaylaları, dağlık ortamıyla çok farklı bir coğrafya, Anadolu kültür bölgesi vardır. Kuzeyde ise Trakya, Balkanlar ve buradan da steplere kadar giden daha farklı bir coğrafya, Doğu Avrupa’nın kültür coğrafyası bulunmaktadır. Bu üç farklı kültür coğrafyasının temas noktası olmak, kültür tarihi açısından farklı bir önemi beraberinde getirir.
Sanıyorum ki bulunduğumuz bölgenin esas ilginç ve heyecan verici yanı, burayı başka bölgelerden farklı yapan yönü de budur. Bunu yalnızca farklı geleneklerin, kültürlerin teması noktası olarak almak doğru değildir. Başka bir açıdan baktığımız zaman burası üç bölgenin de sınırı, yani taşrasıdır; Anadolu’nun ucu, Ege’nin ucu, Trakya’nın ve Balkanlar’ın ucudur. Ama bir bölgenin ucu olmak demek, başka bir kültürünün aktarıldığı bölgenin de başlangıcı ve çekirdeği olmak anlamına gelir. Yani Anadolu’da yahut Yakındoğu’da gelişen, orada odaklanan kültürler için burası uç noktası, Avrupa ve Ege dünyası için ise başlangıç yeridir. Bunun en iyi örneğini Sayın Halime Hüryılmaz’ın bugün anlattığı Yeni Bademli Höyüğü’nde görmekteyiz.
Mezopotamya’da büyük kentlerin, kentleşmelerin, Ur, Uruk kültürünün oluştuğu bölgeye göre burası bir taşradır. Benim çalıştığım Trakya, Kırklareli, daha da taşradır. Ancak Yakındoğu’nun, Anadolu’nun taşrası olarak buraya yansıyan kültürel oluşum, buradan daha Batı’ya aktarılacak olan yeni oluşum için çekirdek bölge konumuna gelmektedir. Bu açıdan, üç kültür bölgesinin temas noktasında çekirdek ve uç bölge olarak bakıldığında, Çanakkale bölgesinin uygarlık tarihi açısından taşıdığı önem, sanıyorum ki daha ilginç bir hâle gelir. Çanakkale bölgesi gibi, farklı kültür coğrafyalarının temas noktasında olan yerler için yapılan yorumlarda sıkça rastlanılan bir yanılgı vardır; bu, ilişkileri tek yönlü olarak yorumlamaktır. İki bölge arasındaki ilişki hiçbir zaman tek yönlü olmamıştır. Bu tür bölgelerde kültürlerin birbirine kaynaştığı çok yönlü ve karmaşık ilişkiler söz konusudur. Uygarlık tarihine baktığımızda tek doğrulu çözümlerin değil, çok yönlü hareketlerin olduğunu, kültürlerin birbirleriyle kaynaşarak renkli bir sentez oluşturduğunu görürüz. Troas’ta yapılan çalışmalar, bu çok renkliliği yansıtmış ve bundan sonra da yansıtmaya devam edeceklerdir. Bu açıdan Çanakkaleliler kendi bölgelerini farklı uygarlıkların birleşimi, onların sentezi, birbirine temas noktası olarak görürlerse, sahip oldukları kültürel değerlerin evrensel boyutunu çok daha iyi anlayacaklardır.
ÇANAKKALE BÖLGESİNİN ARKEOLOJİ TARİHİ AÇISINDAN ÖNEMİ
Troas Bölgesi’nin arkeolojisi, bunun önemi burada herkesin bildiği bir konudur. Ancak göz ardı edilen Çanakkale bölgesindeki arkeolojinin, arkeoloji tarihi açısından taşıdığı önemdir. Arkeoloji tarihi açısından Çanakkale’nin son derece büyük bir önemi vardır. Her şeyden önce burası, araştırmaların en yoğun olarak sürdürüldüğü yerlerden biridir. Bu bölgeden gelen bilgi akışı, Türkiye’nin birçok yerinden daha fazladır, ve bundan dolayı Çanakkalelilerin sevinmesi, mutluluk duyması gerekir. Türkiye’nin birçok bölgesinin kültür tarihiyle ilgi bilgilerimiz yok denecek kadar azdır; maalesef bürokratik nedenlerden dolayı, arkeolojik açıdan ülkemiz dünyada en az araştırılan yerlerden biri durumundadır. Ama Çanakkale bunun istisnalarından biridir; burada uzun süreli, uzun soluklu arkeoloji ve araştırma geleneği vardır. Bu toplantılarda da yansıtıldığı gibi bu bölgedeki araştırmaların sayısı birçok bölgeden daha fazladır. Yani yoğun bilgi akışının olduğu bir yerdir. Ama bu bilgi akışının hazmedilmesi, sindirilmesi, sinmesi için de bir zamana gerek vardır.
Bilimsel çalışmalarla ortaya çıkan sonuçların yanı sıra, arkeoloji tarihinin kendi içinden gelen ve artık sembol hâline gelmiş bazı simgeleri vardır. Bunlar düşünce sistemimize kazınmış, bilim dünyasını ister istemez yönlendiren, boyut kazandıran ve yeni açılımlara yönlendiren simgelerdir. Kuşkusuz bunların başında Calvert’le başlayan, Schliemann’la özdeşleşen “Troia” gelir. Bunlar aynı zamanda bütün dünyanın da belleğinde yer etmiş isimlerdir. Bu imajın efsaneleşmiş isimlerinin getirdiği, farklı bir dinamiği vardır. Buradaki arkeoloji ve kültürel bilgi, daha sonra Çanakkale savaşları ve diğer olaylarla da bütünleşmiştir.
Troas Bölgesi’nin arkeoloji tarihiyle olan ilgisi yalnızca Troia simgesel değeriyle sınırlı değildir; Troia her zaman arkeolojide en yeni araştırma yöntemlerinin uygulandığı bir kazı yeri olarak da bilim tarihinde önemli bir yer kazanmıştır. Troia’da kazı yapmış olan Schliemann, Dörpfeld, Blegen, Manfred Osman Korfmann, kendi dönemlerinin en yeni, en gelişkin yöntemlerini bu bölgeye taşımışlardır. Arkeolojinin de kendi içinde gelişim süreci vardır; araştırma yöntemlerimiz sürekli olarak yenilenmekte, bakış açılarımız değişmekte, sonuç almak için kullandığımız araçlar gelişmektedir. İster beğenelim, ister beğenmeyelim Schliemann sayesinde burada arkeolojinin tarihinde devrim niteliğinde bir gelişme sağlanmıştır; Schliemann’ın kazılarına kadar, höyüklerin oluşumu tam olarak anlaşılamamaktaydı. Bunların tek bir yerleşimin yıkılmasıyla oluşan tepeler olduğu sanılıyordu. Schliemann, bugün hata olarak gördüğümüz büyük yarmasını bu öngörüyle yapmış, ancak bu hatanın sonunda buranın tek bir tabakadan değil, üst üste gelen kültür katlarından oluştuğu anlaşılmıştır. Schliemann’ın kazıları kendi dönemi açısından son derece başarılı, döneminin en gelişkin teknolojisiyle yapılmış kazılardır. Yayınları bugün bile hâlâ hayranlıkla baktığımız ciltlerden oluşmaktadır. Schliemann’ı izleyen Dörpfeld, mimar kökenli bir araştırıcıdır; yapmış olduğu çizimler, Troia kalıntılarının planları, bugün en hassas aletlerle yaptığımız planlar kadar doğru ve onun da ötesinde çizim tekniği açısından sanatsal olarak kabul edebileceğimiz değerlerdedir. Dörpfeld tabakaları çok büyük bir doğrulukla görmüş, belgelemiş ve o yıllara kadar yerbilimlerinin alanı sayılan stratigrafi - katman bilimini arkeolojiye taşımıştır. O dönem kazılarında ortaya çıkan buluntuları sınıflandırarak tanımlayan Schmidt’in kataloğu günümüzde, değerini yitirmeden başvuru kaynağı olarak kullanılan bir kitaptır. Troia’nın daha sonraki hafiri olan Blegen 1950’lerde, o dönemin en modern arkeoloji tekniğini kullanmıştır. Bugün hâlâ Blegen’i referans kaynağı olarak kullanabiliyoruz. Blegen’den sonra Troia kazılarını üstlenen Manfred Osman Korfmann’nın çalışmaları, günümüzün çağdaş arkeoloji anlayışını buraya taşımış, farklı bir açılım kazandırmıştır. Korfmann, günümüzün modern teknolojisiyle gelişen doğa ve fen bilim alanlarını kültür tarihine kazandırmanın ötesinde, bir ören yerine yalnızca bilimsel veri olarak bakmanın yanlış olduğunu da göstermiş, getirdiği ekip anlayışı ve geniş bakış açısıyla çağdaş arkeolojiyi Troas’a taşımıştır. Korfmann’nın açılımında artık yeni bir boyut, kültürel miras yönetimi, bölge planlamasıyla bütünleşmek, çok disiplinli bir çalışma kavramı gibi yeni tanımlar vardır. Bunlar çok güçtür ancak Korfmann bunları her şeye rağmen başarmıştır. Bu nedenle Çanakkale bölgesinin her zaman, arkeolojide çağdaşlaşmanın öncüsü olduğunu söyleyebiliriz. Umarım ki Çanakkale’de yapılacak bundan sonraki çalışmalarda da aynı ruh, aynı anlayış devam ettirilir.
YENİ BİR ARAYIŞ: TOPLUMLA ARKEOLOJİ BİLİMİ ARASINDA BİR ARA YÜZ
Kültür varlıklarıyla ilgili olarak son yıllarda devrim sayılabilecek yeni açılımlar, gelişmeler olmuştur. Yakın zamanlara kadar akademisyenler, ve gayet tabii arkeologlar bilgiyi bilim dünyası için üretirler, kendi aralarında tartışırlardı; ancak bilginin çok süzülmüşü ders kitaplarına ya da popüler yayınlara yansırdı. Ben de bir bilim insanı olarak bilim üretirim, ürettiğim bilginin büyük bir kısmı, yalnızca çok sınırlı sayıdaki bilim insanının anlayacağı, ilgisini çekeceği içeriğe sahiptir. Ancak yeni anlayış, ki bu toplantıda bunun önemli göstergelerinden biridir, ürettiğimiz bilginin toplumla paylaşımıdır. Artık biz akademisyenlerin görev tanımı içinde bu üretilen bilginin topluma kazandırılması, toplumun sosyal mutluluk, ekonomik mutluluk, kültürel mutluluk alabileceği bir şekle dönüştürülmesi de vardır. Bu dönüşüm sanıldığından daha güçtür; ben bir akademisyen olarak, ne kadar çaba gösterirsem göstereyim, bilim alanının kendine özel terimlerinden, sözcüklerinden kendimi kurtaramam. Aynı zamanda bizlerin ürettiği bilginin toplumun çeşitli düzeylerindeki kesimler için anlaşılabilir, ilgiyi çekebilir bir şekle dönüştürülmesi de gerekmektedir; ancak bu dönüşüm sırasında, ilgiyi çekmek uğruna bilginin niteliğinin bozulmaması, çarpıtılmaması gerekir. Hangi düzeyde olursa olsun, isterse bir mühendis isterse bir çiftçi vatandaş olsun, kültür varlıklarıyla ilgili bir anlatımla karşılaştıklarında “Bu ne anlama geliyor?” sorusunun yanıtını alabilmeleri gerekir.
Bilim insanlarının ürettiği bilginin topluma kazandırılması için son yıllarda birçok yeni çözüm yolları bulunmuştur. Bu çözüm yollarının içinde belki de en önemlisi “kültürel tercüman” olarak tanımlanan yeni bir ara meslek grubunun ortaya çıkması olmuştur. Kültürel tercümanlık, bilim insanının ürettiği bilgiyi deforme etmeden, fakat her kesimdeki insanın anlayabileceği bir dile çeviren, ondan mutluluk duymasını, ondan kendini zenginleştirmesini sağlayan bir ara yüzdür. Ülkemizde hâlen bu ara kesim yoktur; ben ya da diğer meslektaşlarım kendimizi zorlayarak, kullandığımız terminolojiden kaçarak ne yaptığımızı topluma anlatmaya çalışmaktayız. Ama bu bizim becerimizle olacak bir iş değildir. Eminim ki buradaki konuşmaları dinleyen birçok arkadaş, “Niye bunlar kazılıyor?”, ”Bunlar niye önemliydi?” gibi soruların yanıtı olarak “herhâlde önemlidirler ki kazıyorlar”dan daha farklı bir yanıt beklentisi içindedirler.
Bu nedenle, sanıyorum ki sivil toplum örgütlerinin üzerinde ısrarla durması gerekli olan konulardan bir tanesi “kültürel tercümanlığın” Türkiye’de geliştirilmesi ve böylelikle bilim insanlarının ürettiği bilgiyi başka düzeylere aktarılabilecek ara yüzün oluşturulmasına yardımcı olmalarıdır. Bu gerçekleştirildiğinde kültür varlıkları, bir ilkokul çocuğundan çiftçiye, bir aydından öğretmene kadar her düzeyin tat alarak ondan mutluluk duyabileceği yeni bir formata dönüşecektir.
Bizim ürettiğimiz bilginin ikinci bir ayağı da sanıyorum ki bilginin çıktığı yerdeki insanların bundan övünç duymasıdır. Türkiye’nin birçok yerinde çalıştığımızda, ki ben Türkiye’nin aşağı yukarı 56 vilayetinde çalıştığımı söyleyebilirim, “Hoca ne yapıyorsun?”, “Buldun mu?” şeklinde sorulara, “Hayır bulamadım, arıyorum” yanıtı oluyor. Ben bilgi arıyorum. Ben İstanbul’dan gelip o bilgiyi arıyorum. M. O. Korfmann’da Almanya’dan gelip bilgi aradı. Başka arkadaşlar başka yerlerden gelip arıyorlar. Ama ben o bilgiyle, bu kentteki insanların ya da bu bölgedeki insanların ondan zevk duymasını, ondan övünç duymasını ve onunla kendini başka yerlerden farklı hissetmesinin gerekli olduğu kanısındayım. Bir kentin ya da bölgenin geçmişiyle ilgili bilginin, o yerde, o geçmişle birlikte yaşayan insanların kimliğini zenginleştirmesi, kendilerini farklı hissedebilmeleri ve bunun da ötesinde bununla övünebilmeleri beklenmelidir.
Türkiye’de çok yaygın bir slogan vardır: “Tarihi eserler turistler içindir, turistler bundan hoşlanır”. Bence bu temel bir yanılgıdır. Bir bölgenin geçmişi, turistler için değil, her şeyden önce o kentte yaşayan insanlar için önemli olmalıdır. O kentte yaşayanlar geçmişin izlerinden, anılarından, kalıntılarından mutluluk duyabilir ve bunlarla kendilerini zenginleşmiş hissedebilirlerse, ancak o zaman sürdürebilir bir kültür varlıkları politikası oluşturulabilir. Eğer Çanakkale’de yaşayan insanlar, Troia’nın, bu bölgede yapılan diğer arkeolojik kazıların sonuçlarıyla, kendilerini başka bir yerde yaşayan insanlardan farklı hissedebiliyorsa ve bu bilgi onlara, onların düşünce sistemlerine yeni bir kimlik, sosyal bir mutluluk kazandırabiliyorsa çalışmalar amacına ulaşmıştır.
Önemli bir soru da “Niye arkeoloji yapıyoruz?” olmalıdır. Her ne kadar biz akademisyenler geçmişe ait birçok ayrıntı üzerinde duruyor, bunları kendi aramızda tartışıyorsak da, bizim esas amacımız geçmişten günümüze nasıl gelindiğini anlayabilmek ve bundan geleceğe yönelik öngörülerin yapılmasına katkıda bulunmaktır. Bu bakımdan arkeolojinin temel amacı insanların düşünce sistemine zaman boyutunun kazandırılmasıdır. Geçmişten günümüze gelen bir derinliğin olduğunu, geleceğimizi ancak geçmişi anladığımız takdirde oluşturabileceğimizi unutmamalıyız. Arkeoloji bu şekildeki bir bakış açısının somut kanıtlarını ortaya çıkartan, tartışan ve dolayısıyla dünyaya bakışımıza yeni bir ölçek, yeni bir boyut kazandıran bir alandır. Yaratılan ve yaratıldıktan sonra değişmeyen, durağan bir dünyanın, sürekli olarak değişen, evrim geçiren bir kurgusu olduğunu kanıtlayan bilim alanlarından biri arkeolojidir. Konusu dünya olan diğer bilim dallarıyla birlikte arkeoloji, çağdaş düşüncenin temeli olan “evrim” kuramının ortaya çıkmasını sağlamış, bunun kanıtlarını topluma kazandırmıştır. Arkeolojiye bu açıdan baktığımızda bu düşünce sistemimize yeni bir boyut kazandıran, yeni bir çizgi getiren bir alandır; böylesine bir bakış açısı “Koruyalım mı korumayalım mı?”, “Üzerine bir daha yapalım mı yapmayalım mı?” sorularını çok farklı boyutlarda ele almamızı sağlayacaktır. Eğer böyle bir bakış açısı gerçekleşirse, herhangi bir bölgedeki kültür varlıkları için, arkeologlar ya da erk sahibi kurumlar “Bunlar bizim ilgimizi çekmiyor, yok edilebilir” hükmünü verse bile, o bölgede yaşayan insanlar “Hayır, bunlar benim geçmişimdir, benim mirasımdır, benim zenginliğimdir” duygusuyla sahiplenerek, onları korumak için bizden daha fazla uğraşı vereceklerdir.
Kültür varlıklarının “sosyal ve düşünsel” değerinin yanında hiç kuşkusuz bir de “ekonomik” değeri olması gerekir. Hepimizin bildiği gibi bu ekonomik değerin temeli, dışarıdan gelen insanların, turistlerin bunları görmek ve görürken o bölgeyi kullanmasıyla ortaya çıkan getirilerdir. Ancak bu kırılgan bir değerdir. Dışarıdan gelenler her an gelmeyebilirler; böylesi bir durumun kültürel değerlerin sonu olmaması gerekir. Bu nedenle kültür varlıklarını gezen, ilgilenen kesimin her şeyden önce o bölgenin kendi insanları olması ve ekonomik girdinin bu modele uygun farklı bir formata çekilmesi gerekir.
ATATÜRK CUMHURİYETİNİN GETİRDİĞİ KAZANIMLAR
Benden önceki konuşmacı olan Nezih Başgelen, Çanakkale’nin çok eski tarihlerde yapılmış gravürlerini ve bölgedeki tarihi kalıntıların elle yapılmış resimlerini, eski haritaları gösterdi. Daha 1600, 1700’lerde Batılılar bu bölgeye gelmişler, dünyanın başka yerlerinden gelip bu bölgenin haritalarını çizmiş ve kalıntıları belgelemişlerdir. Bir yerin haritasının çizilmesi ve özellikle kendine ait olmayan bir bölgenin haritasının yapılması düşünsel boyutta oranın sahiplenilmesi anlamına gelir. Ören yerlerini belgelemişlerdir; bu da geçmişin sahiplenilmesi anlamını taşır. Biz yakın zamanlara kadar bunlarla hiç ilgilenmemişiz. Nezih Başgelen’in konuşmasını dinlerken, bu konuyla ilgili “neden” sorusu ister istemez aklıma geldi. Nezih Bey’in bugün gösterdikleri kanıtlanan geçmişin göstergeleridir.
Bizim düşünce sistemimize ise “kanıtları aranan geçmiş”, batılılaşma süreciyle birlikte girmeye başlamıştır. Diğer geleneksel toplumlarda olduğu gibi bizim düşünce sistemimizde de geçmiş, rivayetlere dayanan, belgesi olmayan, kanıt aranmayan bir geçmiştir. Bu nedenle yassı bir geçmiştir, zaman boyutu yoktur. Tümüyle inanılan, söylencelere, efsanelere dayalı bir geçmiştir. Bu geçmiş durağandır ve aynı zamanda ilgilenilen yalnızca kendimize ait olan geçmiştir; başka kültürlerin, başka coğrafyaların, başka toplumların geçmişiyle ilgilenmek hiçbir şekilde söz konusu değildir. Başka bir deyişle küresel boyutu olmayan, kanıtları aranmayan bir geçmiştir. Batı düşünce sisteminde gelişen arkeoloji, bir yanda inanılan geçmişin yerine kanıtlanması gerekli olan bir geçmişin aranmasını, öte yanda da geçmişe küresel boyutta, hangi toplum ve döneme ait olursa olsun tüm insanlığın geçmişine yönelik bir ilgiyi beraberinde getirmiştir. Geleneksel düşünce tarzına göre devrim sayılacak kadar farklı olan bu yaklaşım Osmanlı İmparatorluğu’na ilk olarak 19. yüzyılın ortalarında, çok sınırlı sayıdaki elit aydın kişinin çabasıyla, “batılılaşma paketi”nin bir parçası olarak girmiş ve cumhuriyetin kuruluşuna kadar hiçbir şekilde geniş toplum kitlelerine yansımamıştır.
Arkeoloji, ilk dönem cumhuriyet ideolojisinin temel taşlarından biri olmuştur; yukarıda değindiğimiz tanımıyla geçmişe bakılması, inanılan geçmiş yerine kanıtlanan geçmiş kavramının gelmesi ve özellikle yaratılmış durağan bir geçmişin yerini sürekli olarak değişen, evrim geçiren bir dünyanın alması ve bu anlayışın topluma kazandırılması, Atatürk cumhuriyetinin temel hedeflerinden biri olmuştur. Geçmişi anlamadan çağdaş bir insan olunamayacağı kavramı, cumhuriyetle birlikte dağarcığımıza yerleşmeye başlayan ya da daha doğrusu yerleştirilmeye çalışılan bir yaklaşım olmuştur. Bu ideolojinin yansımalarının ilk izlerini, daha cumhuriyetin kurulduğu ilk yıllarda görmekteyiz. Cumhuriyetin ilk yıllarında Türkiye fakirdir, savaştan çıkmıştır, yorgundur. Ancak buna karşın daha 1924’den itibaren arkeolojik kazılar desteklenmiş, yönlendirilmiş, yurt dışına çok sayıda öğrenci arkeoloji ve ilgili alanlarda yetiştirilmek üzere yollanmış, dışarıdan bilim insanları Türkiye’ye çağrılmıştır. Bu yapılırken, günümüzde olduğu gibi, turistik bir çekim odağı oluşturma ana motif olarak karşımıza çıkmaz; tam tersine arkeoloji çağdaşlaşmanın bir parçası, bu ülkede yaşayanlara düşünsel zenginlik kazandıracak bir öğe olarak görülmüştür. Atatürk cumhuriyeti için geçmişi sahiplenmek, geçmişi anlamak cumhuriyet erkinin temel bir parçası olmuştur. Bu süreç yalnızca bulunduğumuz toprağın geçmişinin ortaya çıkmasını değil, aynı zamanda bu çağdaş yaklaşımın geniş toplum kitlelerine yansıması, arkeolojinin seçkin aydınların uğraşısı olmaktan çıkmasını da beraberinde getirmiştir. Cumhuriyetin ilk dönemlerinde geçmişin incelenmesi ve topluma yansıması yalnızca akademik kurum ve müzelere bırakılmamış, ülkenin her yerinde açılan halkevleri, köy odaları kendi bölgelerini belgelemiş, arkeolojik çalışmaların yapılmasını sağlamış, yerel müzeler açmış ve bunun da ötesinde halkın anlayacağı yayınlar hazırlamışlardır. Bu, günümüzde bile sağlayamadığımız inanılmaz büyük bir başarıdır.
Ne varki bir süre sonra, Atatürk cumhuriyetinin sağlamış olduğu heyecanın sönmeye başladığı, düşünsel zenginliğin, çağdaş birey olmanın gereklerinin yerine getirilemediği görülmektedir. Halkevleriyle, özverili, iyi yetiştirilmiş öğretmenlerle, köy enstitüleriyle Anadolu’ya yayılmakta olan bu düşünce sisteminin bir zaman sonra köreldiğini ve giderek arkeolojinin, eskiye bakmanın, belli elitist bir yaklaşım hâline geldiğini, sadece akademik dünyayla sınırlı kaldığını ve toplumdan koptuğunu ve kopartıldığını görmekteyiz.
Çanakkale Sivil İnsiyatifi, yani sizler, bunun istisnai örneklerinden birisiniz. Bunun kıymetini çok iyi bilin. Bunun çağdaş insan olmanın, çağdaş yaşamın, sizi hâlâ Orta Çağ’ın karanlığından kurtaracak bir el olduğunu düşünün ve bu duruşunuzu değiştirmeyin. Bunu Türkiye’de başka yerlere yayabilir misiniz, yani başkaları sizi örnek alıp bunu becerebilir mi, bilmiyorum, ama hiç değilse bu erki yaşatın.
Buradaki arkeolog arkadaşlar, eminim ki size bu konuda her zaman destek olacaklardır. Burada arkeologlar sözcüğünü dar anlamıyla kullanmak istemiyorum; geçmişin araştırılması, incelenmesi artık arkeologların, sanat tarihçilerinin, tarihçilerin tekelinden çıkmış, çok disiplinli, farklı, yeni bir boyut kazanmıştır. Geçmişi anlamamızı sağlayan, bizimle birlikte, aynı amaç doğrultusunda, dünyanın gelişmesini, evrimini, kültürel dönüşümünü farklı boyutlarda ele alan çeşitli uzmanlık alanları vardır. Bunlarla birlikte çalışıldığında geçmiş, artık yalnızca eskiden kalan heykeller, tapınaklar, kap-kacak ya da madenlerden yapılma çeşitli eserler gibi nesnelerin kuruluğundan çıkmakta, “kültürel ortam” olarak tanımladığımız geçmiş, doğal çevre ortamı, peyzajı, yaşamı ve diğer canlılarıyla birlikte daha renkli ve heyecan verici bir boyut kazanmaktadır. Bütün bunlar sizin diğer insanlardan daha mutlu olmanızı ve daha farklı hissetmenizi sağlayacaktır.
Burada olmak, sizlerle bu düşünceleri paylaşmak ve yağmur altında bile herkesin bu dinlenceyi sabırla sonuna kadar izlemesi, benim için büyük bir mutluluk, ancak bunun da ötesinde ileriye umutla bakmamı sağlayan bir güvencedir. Keşke başka yerlerde de böyle olsaydı. Burada olmaktan çok mutlu oldum.
KAYNAKÇA
Özdoğan, M. 2001
Türk Arkeolojisinin Sorunları ve Koruma Politikaları. Arkeoloji ve Sanat Yayınları, İstanbul.
Özdoğan,M. 2005
"Art Arda Kaybettiğimiz İki Dost, İki Örnek İnsan, İki Bilgin: Stefanos Yerasimos ve Manfred Osman Korfmann", Arkeoloji ve Sanat 120: VI-XII.
Özdoğan, M. 2006
Arkeolojinin Politikası ve Politik Bir Araç Olarak Arkeoloji. Arkeoloji ve Sanat Yayınları, İstanbul.
Özdoğan, M. 2007
“Çağdaş Düşünme Aracı Olarak Arkeoloji”, M. Alparslan vd. (yay.) Belkıs Dinçol ve Ali Dinçol’a Armağan VITA: Festschrift in Honor of Belkıs Dinçol and Ali Dinçol: 569-575. Ege Yayınları, İstanbul.
Özdoğan, M. 2007
“Manfred Osman Korfmann”, Archäologische Mitteilungen aus Iran und Turan 37: 457-462.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
1 yorum:
Hello. This post is likeable, and your blog is very interesting, congratulations :-). I will add in my blogroll =). If possible gives a last there on my blog, it is about the Dieta, I hope you enjoy. The address is http://dieta-brasil.blogspot.com. A hug.
Yorum Gönder